YORUM | AHMET DÖNMEZ
“Fakat ben komplo teorisyeni olmayı göze alarak, bunun da ‘anlaşmaya dahil’ olduğunu öne sürüyorum. Bu yargılamanın yapılabilmesi için bir kişiye ihtiyaç vardı ve o kişi, en ‘masum’ olandan ve dolayısıyla yargılama sonunda en az ceza alma ihtimali olandan seçildi.”
29 Kasım 2017 tarihli, “Sanık görünümlü tanık: Atilla bu yargılamayı neden kabul ediyor?” başlıklı yazımda böyle demiştim.
Ve nihayet o karar açıklandı.
Hakan Atilla’nın 32 ay hapis cezası alması, en az davanın kendisi kadar ilgi çekici bulundu. Oysa ömür boyu hapisten dem vuran da vardı. Savcılık 20 yıl hapis cezası talep ediyordu. Atilla’nın kendisi bile 4-5 yıl hapsi göze almıştı. Önümüzdeki yıl bu zamanlar tahliye hazırlıkları yapacak olması sevindirici. Sonrasındaki hayatı nerede, nasıl devam edecek göreceğiz. Eğer dönecekse, döndüğü Türkiye nasıl bir Türkiye, bankası nasıl bir banka olacak, onu da göreceğiz.
Baştaki komplo teorisine geri dönecek olursak, bu karar “Atilla’nın anlaşmalı gittiği” görüşünü güçlendirir mi?
***
Kabalık olarak kabul etmezseniz söz konusu yazımdan biraz daha geniş bir bölümü alıntılamak isterim:
“Oysa Atilla, Zarrab’ın suçlarına itiraz edip Süleyman Aslan’ın fırçaları ile bazı şeyleri yapmak zorunda kalan bir bankacı. Peki Zarrab’ın bile Amerikan yargı sistemi ile anlaştığı bir yerde Atilla neden yargılanmayı kabul ediyor? M.Hakan Atilla, Halkbank’ta uluslararası bankacılıktan sorumlu genel müdür yardımcısı idi. 28 Mart 2017 tarihinde ABD JFK Havaalanı’nda FBI’ın talebiyle gözaltına alınıp tutuklandı. Zarrab’ın New York’ta tutuklandığını bile bile tam 1 yıl sonra Amerika’ya gitmiş olması kuşku vericiydi. Ben en baştan FBI ile anlaşarak ABD’ye gitmiş olmasının çok yüksek ihtimal olduğunu düşünenlerdenim.
Peki o soruya tekrar dönecek olursak, Reza’nın bile itirafçı olduğu yerde Atilla neden bu rezilliği üstlensin ki? Akla hemen iki ihtimal geliyor: Ya birkaç gün içinde o da anlaşmaya karar verecek ya da ‘masumiyetinin’ ispatlanacağına kesin bir inancı var. Fakat üçüncü bir ihtimal daha var ki o en önemlisi. Davanın görülebilmesi için bir tutuklu sanığa ihtiyaç vardı. Hukuken, iddialara cevap verebilecek ve kendini savunabilecek hiçbir sanığı bulunmayan bir dava görülemez. Bu davada Atilla’dan başka tutuklu sanık yok. Zafer Çağlayan, Süleyman Aslan, Abdullah Happani, Kamelya Cemşidi, Hüseyin Necefzade gibi sanıklar tutuksuz.
(…) Atilla, ne Reza’dan ‘ayakkabı kutusu’ almış biri ne de AKP ile ideolojik yakınlığı var. Patronu Süleyman Aslan, Reza’dan 15 ayrı seferde toplam 3 milyon Euro, 4 milyon Dolar ve 1 milyon TL rüşvet aldı. Fakat Atilla’ya verilen beş kuruş yok. En azından 17 Aralık fezlekesine giren bir teslimat görünmüyor.
Şu durumda Reza’nın ve önüne yatanların işlediği suçların cezasını çekmek, Atilla için ne derece akıllıca bir hareket olacak, tartışılır. Şu ana kadar çizdiği profil, henüz ‘anlaşmalı gittiği’ tezlerini doğrulamıyor. Önümüzdeki birkaç gün içinde farklı bir tablo ortaya çıkmazsa Atilla’nın gerçekten bir iş seyahatine gittiği ve hiç beklemediği şekilde tutuklandığı görüşü ağırlık kazanacak. Fakat ben komplo teorisyeni olmayı göze alarak, bunun da ‘anlaşmaya dahil’ olduğunu öne sürüyorum. Bu yargılamanın yapılabilmesi için bir kişiye ihtiyaç vardı ve o kişi, en ‘masum’ olandan ve dolayısıyla yargılama sonunda en az ceza alma ihtimali olandan seçildi.”
***
Evet, dilersek davaya bu pencereden bakabilir ve kararı komplo teorisinin doğrulanması olarak yorumlayabiliriz.
Ancak bir başka vecheden bakıp, “Bu görüş, baştan beri Amerikan yargı sistemini bilmiyor oluşumuzdan kaynaklı hatalara bir yenisini daha eklemek olur” da diyebiliriz
Gerçek olan şu ki, Hakan Atilla’nın aldığı ceza kimseyi rahatsız etmedi. Baştan beri çeşitli vesilelerle Atilla’nın bu zincirde en zayıf halka olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Ağır bir ceza vicdanları rahatsız edecekti.
İlginç olan, hayli zamandır adil yargılama, bağımsız yargı, vicdanlı karar, merhamet gibi kavramları unutmuş olan Türk kamuoyu, Manhattan’daki davanın hakimi Richard Berman sayesinde bunları yeniden hatırladı.
Daha da ilginç olanı şu ki, Türkiye’de adil yargılamaya, vicdana, merhamete ‘TAMAM’ diyenler, bu kez Amerika’dan gelecek adil bir karara kulak kabartmış durumdaydı.
Nitekim Berman bir yargılama dersi verdi. Oysa bu dava da Amerika için bir ‘ulusal güvenlik’ davasıydı. İddianamenin temel mantığı bunun üzerine kuruluydu. Ayrıca İran’la nükleer anlaşmanın bozulduğu, Tahran yönetiminin terörist devlet olarak anılmaya başlandığı ve savaşın konuşulduğu bir ortamda Berman da pekala tribünlere oynayan bir karar verebilirdi. Türkiye’de olsa beklenecek netice böyle bir şey olurdu. “Acaba benim yerimde Reis’im olsaydı nasıl bir karar verirdi? Ben de ona göre bir karar vermeliyim” iç sesi ile hüküm veren yargıçlardan beklenen bu olurdu.
Fakat New York bölge hakimi, ‘kitabı bir tarafa bırakacağım’ dedi. Davaya sadece vicdani perspektiften bakacağını ve merhametli bir karar vereceğini ilan etti. Hakan Atilla’nın bu çark içerisindeki pozisyonunu iyi etüd ederek hakimlik başarısını da gözler önüne serdi. Hatta o kadar ileri gitti ki, neredeyse “ülkesine şerefle hizmeti ve vazifesine sadakatle bağlılığı”ndan dolayı Mehmet Hakan Atilla’ya bir de şilt takdim edecekti.
Savcı Michael Lockard ise sanığın önemli bir figür olduğunu belirterek, “Atilla yöntemi olarak adlandırılan bu yöntemi bile o üretmiştir” demişti. Halbuki 17 Aralık dosyasını iyi bilenlerin teyid edeceği üzere Atilla suçsuz ya da masum değildi evet ama bir ‘mastermind’ ya da oyun kurucu da değildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın orkestrasyonunda kurulan bu çarkın asıl dişlileri Zafer Çağlayan, Süleyman Aslan ve Reza Zarrab’dı. Atilla, Zarrab’dan tek kuruş ‘nimetlenmemişti’. Kendisine illegal işler yaptırdığı için de patronu Süleyman Aslan’a öfkeliydi. Reza bile New York’taki duruşmalarda bunları itiraf etmek durumunda kaldı.
***
Netice-i kelam, Richard Berman bize epey uzun bir zaman sonra ‘adil yargılama’yı hatırlattı ve ‘Manhattan’da hakimler varmış’ dedirtti.
Kararı bir komplo ile mi yoksa vicdanla mı açıklayacağınız ise size kalmış.
Çünkü her ikisine de uyuyor…
Türkiye tarafından parası ödenen ve Atilla ile Halkbank’ı savunan avukatlar bile ortada bir suç olduğunu, rüşvet olduğunu, hayali ihracat ve kara para aklama olduğunu kabul etmişken ve hatta Süleyman ve Zafer isimlerini zikrederek 17 Aralık’ı doğrulamışken, Abdulhamit Gül ile Bekir Bozdağ’ın açıklamalarını nasıl yorumluyorsunuz?