İstibdat ve İslam

Yorum | Dr. Yüksel Çayıroğlu    @yukselcayiroglu

Tarihte despot ve zorbaların başında bulunduğu istibdat rejimlerinden ve otoriter yönetimlerden çok çeken; bu tür yönetimlerin baskı, zulüm ve haksızlıkları karşısında ezilen ve bunalan insanlık, özellikle son bir asırdır hürriyet, eşitlik ve demokrasi adına çok ciddi bir mücadele vermektedir. Daha geçtiğimiz asırda neredeyse bütün bir Batı’nın diktatörlük rejimlerine teslim olduğunu, Faşizm, Komünizm, Nazizm ve Sosyalizm gibi ideolojilerin nasıl büyük yıkımlara sebebiyet verdiğini ve günümüz demokrasilerinin bir anda nasıl diktatörlüğe doğru kayıverdiğini göz önünde bulunduracak olursak böyle bir mücadelenin ne kadar önemli ve yerinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Maalesef günümüzün İslâm ülkelerinin de birçoğunda -farklı derecelerde de olsa- istibdat rejimleri hâkimiyetini sürdürmekte ve Müslümanlar türlü türlü baskılara maruz kalmaktadır. Hatta tarihte kurulan birçok İslâm devletinin de bütünüyle istibdattan kurtulamadığı söylenebilir. İşte bu realiteden yola çıkan bazı araştırmacılar İslâm’ın demokrasiye yol vermediğini, insan hak ve özgürlüklerini korumada yetersiz kaldığını iddia etmişlerdir. Farklı bir ifadeyle zaman zaman dindar görünen müstebitlerin ve İslamcı diktatörlerin devlet yönetimine hâkim olması ve halka baskı uygulaması, İslâm’ı “baskıcı” ve “dayatmacı” bir din gibi göstermiştir. Acaba bu iddianın gerçeklik payı var mıdır? İslâmî ilke ve prensiplerin istibdadı desteklemesi veya buna müsaade etmesi söz konusu mudur?

Eğer istibdadın mahiyeti doğru anlaşılır, onun ne tür özelliklere sahip olduğu iyi bilinir, ona kaynaklık eden faktörler ortaya konulur ve onun insan, toplum, siyaset, eğitim, kültür, ilim ve din üzerindeki zararları isabetli değerlendirilebilirse bu soruların cevabı da kendiliğinden ortaya çıkacak; yani insanları Allah dışındaki her türlü kulluktan kurtarmak ve onların her türlü dünyevî ve uhrevî menfaatlerini sağlamak için gönderilmiş olan İslâm’ın istibdadın her çeşidinden çok uzak olduğu net olarak görülecektir.

İstibdadın Tanım ve Mahiyeti

İstibdat, kelime olarak baskıcı davranma, zorbalık yapma, tahakkümde bulunma, sınır tanımama, zulmetme ve müstakil olma gibi anlamlara gelir. Despot, zorba, tiran ve diktatör kelimeleri, “müstebit” kelimesiyle aynı veya yakın anlamda kullanılır.

İstibdadın ıstılah manası ise iktidarı elinde tutan, daha doğrusu askerî, siyasî, iktisadî, içtimaî ve dinî bütün yetkileri ele geçiren bir şahsın veya grubun sorumsuz, keyfî ve baskıcı bir yönetim tarzını benimsemesi demektir. Dolayısıyla müstebitler, ne başkalarının fikirlerine önem verir ne yasal düzene bağlı kalır ne de halka hesap verirler. Çünkü onlar zaten her şeyin en iyisini bilmektedirler!

Aynı şekilde müstebitlerin gözünde halkın hak ve özgürlüklerinin de bir kıymeti yoktur. Zira onlara göre asıl korunması gereken kendi konumları ve kendi çıkarlarıdır. Onlar bunu tehdit eden her sesi ve her hareketi kaba güç kullanarak bastırırlar. Kurdukları sömürücü sistemin devamı adına her türlü tedbiri alırlar. Muhalefet ve eleştiriye müsaade etmemeleri, sivil toplumu ve özel hayatı sıkı sıkıya kontrol etmeleri, basın-yayın organları üzerinde denetim kurmaları, hak ve özgürlüklere yasaklar getirmeleri veya ağır kısıtlamalar koymaları bu tedbirlerden bazılarıdır.

Müstebit idarelerde makbul olan, uysal vatandaşlık ve mutlak itaattir. Dolayısıyla “asiler” ve “muhalifler” acımasızca cezalandırılırlar. Bu açıdan da bu tür rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde adam kaçırmalar, fail-i meçhul cinayetler, tecavüzler, işkenceler ve şiddet hiç eksik olmaz. Hapishaneler politik suçlularla doludur. Kısaca her türlü insan hakkı ihlâli mevcuttur.

Dahası bu tür idareler otoriterlikten totaliterliğe kaydıkça yurttaşlar belli idealler doğrultusunda kalıplaştırılır; halk, itina ile karar alma mekanizmalarının dışında tutulur ve hatta totalitarizmin şiddetine göre devlet teröründen ve halkın köleleştirilmesinden bile bahsedilebilir. Yani despot yöneticiler sadece kendi çıkarlarını korumakla yetinmez, halkı da kendi ideolojilerine göre değiştirme ve şekillendirme adına despotça uygulamalara girişir. Sosyal hayatı, ekonomiyi, eğitimi, hukuku, kültürü, dini, ahlâkı, sanatı ve bilimi en uç noktalarına kadar gözetler ve denetler. George Orwell’in 1984 romanında anlattığı gibi insanların bütün tavır ve davranışlarına ve hatta düşüncelerine bile nüfuz etmek ve hükmetmek ister.

Diktatörlükler ve Demokrasiler

Günümüzde yönetim şekillerinin, hukukun üstünlüğü ilkesine riayet edilmesi, adalet ve eşitliğin sağlanması, hak ve özgürlüklerin korunması gibi noktalardaki tutumlarına göre diktatörlük veya demokrasi şeklinde bir ayrıma tâbi tutulması yaygın hale gelmiştir. Fakat Fathali M. Moghaddam’ın The Psychology of Dictatorship (Diktatörlüğün Psikolojisi) isimli kitabında belirttiği gibi, bu iki rejimi kesin hatlarla birbirinden ayırmak çok zordur. Bu yüzden Moghaddam diktatörlük ve demokrasiyi sarkacın iki ucuna benzetmiş ve devletlerin uyguladıkları politikalara göre bu iki noktanın arasında bir yerde yer alabileceklerini ve bunun da zamanla değişebileceğini ifade etmiştir.

Moghaddam, bir yönetimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlama adına dört açıdan teste tâbi tutulabileceğini ifade etmiştir. O, ilk olarak şu soruyu sormuştur: “Bir yurttaş yaşadığı şehrin meydanına çıkıp tutuklanma, hapse atılma ve fiziksel şiddete uğrama korkusu olmadan özgürce konuşabilir mi?” Ona göre bir toplumda demokrasi için gerekli asgari koşulların mevcut olup olmadığını anlamanın ikinci yolu ise iktidarı seçim sandığında değiştirme imkânının bulunup bulunmamasıdır. O, üçüncü olarak bir toplumda yaşayan azınlıklara bakılması, onların ayrımcı politikalara maruz kalıp kalmadığının araştırılması gerektiğini ifade etmiştir. Onun son testi ise bağımsız yargıdır. Dolayısıyla son olarak yargının herhangi bir siyasî baskıya ve denetime maruz kalıp kalmadığına bakılmalıdır.

Bu itibarladır ki bir yönetim demokrasi ve diktatörlük açısından değerlendirilirken meseleye siyah-beyaz mantığıyla bakılmamalı, arada birçok tonların olabileceği göz ardı edilmemelidir. Pekâlâ demokrasiyle yönetilen bir ülkede diktatörlüğün eserleri görülebileceği gibi, diktatörlük olarak tanımlanan rejimlerde de demokratik bir kısım uygulamalara rastlanabilir. Nitekim günümüzde diktatörlük özellikleri gösteren demokrasileri ifade etme adına “demokratik diktatörlük” veya “totaliter demokrasi” gibi isimler kullanılmaktadır

Öte yandan şurası kabul edilmelidir ki hiçbir diktatör, “Ben diktatörüm.” demeyecektir. Öyle ki Hitler bile Nazizm’i “gerçek demokrasi” olarak nazara vermiştir. Aynı şekilde Mussolini Faşizm hakkında “merkezi ve otoriter demokrasi” tabirini kullanmış, Ruslar da komünist sistemlerini “sosyal demokrasi” olarak isimlendirmişlerdir. Bu açıdan isimlere/isimlendirmelere bakarak karar vermek doğru değildir. Bunun yerine isimlerin delâlet ettiği mana ve muhtevaya bakılmalıdır.

İstibdadın Sebebi ve Kaynağı

Meselenin mahiyetinden habersiz olan bazı sığ düşünceli veya önyargılı kimseler terörün kaynağını İslâm olarak gösterdikleri gibi, İslâmî hükümlerin istibdada sebebiyet vereceğinden de bahsetmektedirler. Hâlbuki ne terörün ne de istibdadın kaynağı kesinlikle İslâm olamaz. Zira Kur’ân ve Sünnet naslarında istibdada kaynak olabilecek hükümlerin bulunmaması bir yana, pek çok âyet ve hadiste ısrarla istibdadın tam karşısında yer alan adalet, istişare, ehliyet, hukuka bağlı kalmak, eşitlik ve hürriyet gibi ilkelerin üzerinde durulmuştur.

Üstelik bu ilkeler sadece teoride de kalmamış, Asr-ı Saadet ve Raşit Halifeler dönemi başta olmak üzere İslâm’ın hakkıyla yaşandığı dönemlerde kılı kırk yararcasına tatbik edilmiştir. Öyle ki devlet mekanizması adalet ve şura disiplinleri üzerine oturtulmuş, devlet başkanıyla sıradan bir vatandaş bile aynı haklara sahip görülmüş, görevlendirmeler liyakat ve ehliyete göre yapılmış ve idarecilerin halka zulmetmesine asla müsaade edilmemiştir. Mesela Mısır’da vali olan Amr b. As’ın oğlu Abdullah haksız yere bir adamı dövdüğünde Hz. Ömer ikisini birden Medine’ye çağırmış, önce Hz. Abdullah’ı, sonra da babasının otoritesine sığınarak böyle bir suç işlediği gerekçesiyle Hz. Amr’ı cezalandırmış ve arkasından da şu sözleriyle konuya bakışını özetlemiştir: “Ne zamandan beri annelerinin hür doğurduğu insanları esir ettiniz.” (Kenzu’l-ummâl, 12/661)

Öte yandan İslâm, “Dinde zorlama yoktur.” (el-Bakara, 2/264) âyetiyle her türlü ikrah ve icbarı reddemiş; pek çok âyet ve hadiste din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve ifade hürriyeti ortaya konulmuştur. (Bkz. en-Nahl, 16/9, Yunus, 10/41-42; el-Kehf, 18/29; ez-Zümer, 39/41; el-En’âm, 6/107; el-Gâşiye, 88/21-22) Bunların yanı sıra üstünlüğün sadece takva ile olduğunu beyan eden (ki o da ancak ahirette ortaya çıkar) (el-Hucurat, 49/13), konum ve statüsüne bakmadan bütün insanları tıpkı tarağın dişleri gibi eşit gören (Kudâî, Müsnedü’ş-Şihab, 1/145) bir dinin baskıya, zorbalığa ve diktatörlüğe geçit verebileceğini düşünmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Fakat din ve din adamları sınıfı, tarihin hemen her döneminde, diktatörlerin güçlerini takviye etmek ve halkı kendilerine itaat ettirmek için kullandıkları ve istismar ettikleri bir müessese olmuştur.

O halde İslâm ülkeleri de dâhil olmak üzere acaba dünya üzerindeki ve tarihteki istibdat rejimlerinin kaynağı nedir? Bu, gerçekten üzerinde derinlemesine düşünmeyi ve araştırma yapmayı gerektiren önemli bir sorudur. Bütün sosyal problemlerde olduğu gibi istibdadın da kaynağının ve sebeplerinin net olarak teşhis edilebilmesi hakikaten zordur. Zira uzun asırlar boyunca varlığını devam ettirmiş olan istibdadın insan fıtratına, eğitim seviyesine, geleneklere, toplumsal telakkilere, siyasi müesseselere ve bizzat istibdadın tabiatına bakan yönleri vardır.

İstibdadın sebeplerini anlamak için öncelikle toplum yapısına bakılması gerekir. Zira bir topluma diktatörler hâkim olabiliyor ve istibdat rejimleri kurabiliyorlarsa bunun iki anlamı vardır. Birincisi toplum yapısı diktatör üretmektedir; ikincisi de diktatörlerin istismar ve baskılarına boyun eğmektedir. Yani insanlar, baskı ve zulümlere itiraz etme ve direnme cesaretlerini kaybetmişlerdir. Korkunun başlıca sebebi ise cehalet, bilgisizlik ve gaflettir.

Öte yandan vatandaşların devletle ve yöneticilerle ilgili bir kısım algı ve telakkileri de müstebitlerin işini kolaylaştırmaktadır. Eğer toplum fertleri tarafından devlete “kutsal” ve “aşkın” bir değer atfedilmiş ve devlet başkanına da aşırı yüceltilen bir kurtarıcı rolü biçilmişse, böyle bir toplumda körü körüne itaat ve biat kültürü gelişecektir. Bu tür yönetimlerde, özellikle din ve diyanetten habersiz bir kısım gafillerin ancak Allah’a ait olan bir kısım yüce vasıfları “yüce liderlerine” yakıştırmaları, âdeta taparcasına ona bağlılıklarını izhar etmeleri ve onu tazim etmeleri sıklıkla rastlanan davranışlardır. Diktatörlüklerde idarecilerin yakın takibe alınması, gözetlenmesi, onlara hesap sorulması, yanlış yaptıklarında itiraz edilmesi ve eleştirilmesi gibi davranışların hayalini kurmak bile mümkün değildir.

Ayrıca şahsiyeti yeterince gelişmemiş, belirli bir fikrî ve ilmî olgunluğa erişmemiş bireyler otoriteye itaate daha fazla meyil göstereceklerdir. Zira gücün yanında duran ve güçlünün kanatları altına sığınan bu tür insanlar kendilerini daha korunaklı ve güvende hissedeceklerdir. Onlar tercihte bulunma maliyetine katlanamayacak, pek çok konuda kendileri adına karar verildiği için hatadan da korunmuş olacaklardır.  Dahası onlar kendilerini bu gücün bir parçası gibi görecek, yalnızlık ve zayıflık duygularından kurtulacaklardır. Nitekim OSS’nin (The United States Office of Strategic Services) Hitler hakkında yapmış olduğu A Psychological Analysis of Adolph Hitler isimli raporda, Alman halkının Hitler gibi bir diktatöre çok büyük bir destek vermesinin en önemli sebeplerinden birisi olarak da halkın bu tür psikolojik ihtiyaçları gösterilmiştir.

Bu konuda mutlaka üzerinde durulması gereken diğer önemli bir faktör de devlet yapısının mahiyetidir. Eğer bir devlet, siyasî ve iktisadî alanda demokrat kurumlarını tesis edemedi, kuvvetler ayrılığını oturtamadı, bunlar arasında denge-fren mekanizmalarını kuramadı ve hukukun üstünlüğü ilkesini hâkim hâle getiremediyse, böyle bir yapının otoriterliğe meyilli olan kimselere engel olması çok zordur.

Meseleye bir de sünnetullah (ilahî kanunlar) açısından bakılabilir. Allah Resûlü (s.a.s), “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, 6/22) buyurmuştur. Eğer Allah müstebitleri bir toplumun başına musallat ediyorsa, toplum fertleri bunu hak ediyorlar demektir. Zira Allah, hiç kimseye zerre miktarı zulmetmez. Yani baskıcı olma, otoriter davranma ve zulmetme gibi davranışlar toplumsal olarak paylaşılıyor ve destekleniyorsa, Allah küçük diktatörlerden oluşan böyle bir toplumun başına büyük bir diktatör getirecek ve toplumu onun eliyle cezalandıracaktır. Zira ceza, amel cinsindendir.

En önemlisi de D. Acemoğlu ve J. Robinson tarafından kaleme alınan Why Nations Fail? kitabında da üzerinde durulduğu gibi diktatörler bir milletin kaderine hâkim olduktan, inşa ettikleri siyasi ve iktisadi sömürücü kurumlarıyla milletin kanını emmeye başladıktan ve onları köleleştirdikten sonra çok ciddi bir kısır döngü oluşmakta ve kolay kolay bu döngü kırılamamaktadır. Alman sosyolog Robert Michel bunu “oligarşinin tunç yasası” olarak isimlendirmiştir. Buna göre çoğu tiran ve diktatör bir şekilde devrilse bile yerlerine bir başkası gelmekte ve yine istibdat milletin kaderine hâkim olmaya devam etmektedir. Mesela sömürgelerden kurtulan devletler, bu sefer de başlarına geçen diktatörler tarafından sömürülmeye devam etmişlerdir.

Müstebitlerin Özellikleri

İstibdat rejimlerinin hâkim olduğu ülkelerde baştaki diktatör ve onun etrafından oluşan elit tabaka tarafından her geçen gün ülkenin imkânları daha da sömürülür, siyasî sistem daha da yozlaşır, sistematik yolsuzluklar yapılır, resmi işlerin torpil, komisyon ve rüşvetle yürümesi normal hale gelir ve yandaşlık ve adam kayırmacılık had safhaya çıkar. Devletin zirvesini tutan müstebitler her geçen gün daha da kirlenir. Onlar kirlendikçe ve suça bulaştıkça kendi aralarında sahte bir kısım ideolojiler veya davalar icat ederek bunlar etrafında daha çok kenetlenir ve aralarından hiçbir aykırı sesin çıkmasına izin vermezler. Ezkaza böyle bir şey olduğunda da hemen onu hain ilan eder, itibarsızlaştırır, tehditlerle susturmaya çalışır, bütün bunlar işe yaramadığında da onu bir kazaya kurban götürürler.

Halkın, her türlü yasal, dinî ve ahlakî suçun işlendiği böyle yozlaşmış bir rejime nasıl olup da sessiz kalacağı akla gelebilir. Hemen ifade etmek gerekir ki bütün diktatörler, ustaca propaganda taktikleri üreterek, medyayı çok etkili kullanarak, kitle psikolojisini çok iyi değerlendirerek, manipülasyonlara başvurarak, büyük yalanlar söyleyip sürekli bunları tekrar ederek halkı kendi uydurdukları davalarına/ideolojilerine inandırır ve uyuturlar.

Aynı zamanda onların halkı korku yoluyla sindirmek için de geliştirdikleri dâhiyane bir kısım stratejileri ve uygulamaları vardır. Mesela endişe ve korkuyu halk arasında yaymak için en küçük eleştiri, itaatsizlik veya başkaldırıyı kaba güç ve orantısız şiddet kullanarak bastırırlar. Uyguladıkları şiddet çeşitlerinin, acımasızca tatbik ettikleri cezalandırma yöntemlerinin ve yaptıkları işkencelerin kasıtlı olarak halk arasında yayılmasına müsaade ederek halkı susturur, sindirir ve çaresizlik hissi oluştururlar. Daha doğrusu bir diktatörün ürperten gücü karşısında tam bir korku imparatorluğu oluşur.

Güç zehirlenmesine maruz kalmış ve gırtlağına kadar suça bulaşmış diktatörler, saltanatlarını tehdit edebilecek her türlü isyan ve başkaldırıdan aşırı korktuklarından ve bu konuda âdeta bir paranoya yaşadıklarından ötürü çok sıkı tedbirler alırlar. Mesela güçlü istihbarat örgütü ve gizli polis teşkilatı kurarak hayatın her alanında çok sıkı bir denetim kurar, muhalifleri fişler, asileri cezalandırır, ispiyonculuğu teşvik eder ve her geçen gün ülkeyi dış dünyadan soyutlayarak kapalı bir toplum inşa eder.

Bütün bunların yanında diktatörlerin sömürü sistemlerini devam ettirme adına ihtiyaç duydukları en önemli şeylerden birisi de düşmandır. Bu yüzden onlar sürekli düşman üretir ve onlarla savaşırlar. Onlar, ülke içindeki ve dışındaki çatışmaları ve ihtilafları tetikleyerek ayakta kalabileceklerinin farkındadırlar. Bu mücadele ve savaşların ne tür kayıp ve hasarlara yol açacağı da onlar için önemsizdir. Önemli olan, düşmanlar mevcut olduğu sürece halkın öfke ve saldırısını buraya yönlendirebilecek, kalabalıkları tutkuyla bir arada ve yanlarında tutabilecek olmalarıdır. Aynı zamanda halk düşman tehdidinin yol açtığı huzursuzluk, belirsizlik ve öngörülmezlikten kurtulma adına istikrarın yani mevcut rejimin yanında olacaktır. Üstelik bu tür durumlar diktatörlerin, tehdidi yok etme adına daha sıkı tedbirler almalarına olanak sağlayacaktır. Tarihte ve günümüzde bunun onlarca misaline rastlamak mümkündür.

İstibdadın Zararları

Abdurrahman el-Kevakibi, Tabâiu’l-İstibdâd (Despotizmin Doğası) isimli eserinde çok geniş olarak istibdadın zararları üzerinde durmuştur. Eserin girişinde İslâm dünyasının geri kalmasının ve külli bir çöküş yaşamasının ana sebebinin istibdat olduğunu ifade eden Kevakibi, daha sonra açtığı başlıklarda tek tek istibdadın insan şahsiyeti, din, ilim, eğitim, ahlâk, şeref ve onur, mülkiyet hakları, ilerleme ve gelişme üzerindeki zararlarını ele almıştır.

Onun bu açıklamaları zaviyesinden meseleye bakıldığında despotluğun, her türlü zulüm ve haksızlığın önünü açan, mal ve can güvenliğini ortadan kaldıran, kültür ve sanatı güdükleştiren, hak ve hürriyetleri kısıtlayan, insanın haysiyet ve şerefini iki paralık eden, ikiyüzlü ve münafık insanlar türeten, ilim ve eğitim hayatını baltalayan, dini ve dinî değerleri tahrif eden, girişimcilik ruhunu öldüren, insanların emeklerini, ümitlerini ve ömürlerini sömüren, kısaca her türlü fesada kaynaklık eden nasıl Allah belası bir illet olduğu net olarak görülmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri de Münazarat isimli eserinde, “İstibdat tahakkümdür, keyfî muameledir, kuvvete istinat ile cebirdir, rey-i vahittir, suiistimallere gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir. Sefalet derelerinin esfel-i safilinine insanı yuvarlandıran, İslâm âlemini zillet ve sefalete düşürttüren, kin ve düşmanlığı uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta her şeye sirayet ederek zehrini atan, İslâm içine ihtilaflar sokup Mûtezile, Cebriye ve Mürcie gibi dalâlet fırkalarını ortaya çıkaran istibdattır.” şeklindeki ifadeleriyle onun zararlarına dikkat çekmiştir.

Esasında neredeyse bütün despot ve diktatörlerin sahip olduğu benzer karakter ve psikolojiyi bilen bir insan onların hâkim olduğu bir ülkede bütün bu durumları normal görecektir. Zira onlar oldukça kibirli ve narsist bir tabiata sahip olduklarından halka hizmet edeceklerine halkı kendilerine hizmetçi duruma getirirler. Kayıtsız şartsız kendilerine itaat etmeleri daha kolay olacağı için fakir ve cahil insanları zengin ve bilgili olanlara tercih ederler. Bu yüzden de ilme ve kitaplara düşman kesilirler. Yalanı, aldatmayı siyaset zannederler. Çıkarları uğruna bütün hakikatlerin yüzünü ters yüz ederler. Kirli propaganda teknikleriyle refahın ve istikrarın sağlanması adına kendilerini halka vazgeçilmez olarak lanse ederler. Kendilerinde bulunan bütün zayıflıkları, kötülükleri ve hataları ürettikleri düşmanlarına atfederler (projeksiyon). Makul ve fıtri olmayan bütün düşüncelerini çarpıtarak ve yeniden yorumlayarak makul göstermenin bir yolunu bulur ve halkta sahte bir bilinç oluştururlar (rasyonalizasyon). Amaçlarına ulaşma adına önlerindeki bütün dinî ve ahlakî sınırları aşacak ölçüde makyavelist davranırlar.

Çözüm Yolu

Bir problemle en iyi mücadele etmenin yolu, onu yakından tanımaktan geçer. Eğer baskı ve istibdatın zararları iyi bilinir ve diktatör prototipi iyi tanınırsa, öncelikle bunun İslâm’ın vaz etmeye çalıştığı adalet, şura, eşitlik, din ve vicdan hürriyeti, dünyanın imarı, yardımlaşma gibi neredeyse bütün değerleri kökünden baltalayan bir hastalık olduğu görülecek ve sonrasında da bu hastalık tedavi edilmeye çalışılacaktır.

Hiç şüphesiz böyle bir tedavinin başında da eğitimin yaygınlaştırılması ve halkın bilinçlendirilmesi gelmektedir. Yani halka iradesinin, aklının ve hürriyetinin değeri öğretilmeli ve demokratik değerleri özümsemesi sağlanmalıdır. Halk, kula kulluk yapılmayacağının, bütün devlet imkânlarının ve hatta koca bir milletin geleceğinin hata yapma ve yanılma riski olan tek bir şahsa bırakılamayacağının şuurunda olmalı ve politik süreçlere karşı daha fazla ilgili olmalıdır.

Kendi düşünce dünyalarını kurabilen, hak ve özgürlüklerinin kıymetini bilen, başkalarına bağımlı olmaktan kurtulan, kendi kararlarını kendisi verebilen ve kendi geleceğini kendisi tayin edebilen gerçek anlamda hür, gelişmiş ve olgun bireylerden oluşan bir toplumun tiranlığa ve despotizme teslim olması mümkün değildir.

Elbette bütün bunlardan da önce insanların aile başta olmak üzere sorumlu oldukları bütün alanlarda öncelikle kendilerinin baskı ve istibdadı terk etmeleri ve insana saygıyı öğrenmeleri gerekecektir. Eğer istibdatla kararlı bir şekilde mücadele edilemez ve onun kökü kazınamazsa ne iyi bir Müslüman olma ne de hakiki anlamda insan olma imkânı kalmayacaktır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin