İslâm ve devlet…

Yorum | Dr. Yüksel Çayıroğlu @yukselcayiroglu

Değişim, insanlık tarihinin süregelen bir olgusudur. Fakat son iki-üç asırdır meydana gelen değişim önceki asırlarla kıyas edilemeyecek ölçüde kapsamlı ve derin olmuştur. Üstelik bu, geri dönüşü olmayan, durdurulamayan ve etki alanından kaçılamayan bir değişimdir. İnsanlık dünyasında neredeyse değişmeyen hiçbir şey kalmamıştır. Modernite yeni bir birey, toplum ve devlet inşa etmiştir. Bu bireyin eşya, insan ve “Tanrı” ile kurduğu ilişki geçmiş dönemlere nazaran bambaşka bir hâl almış; modern toplum yeni örgütlenme şekillerini, her türlü farklılığı ve aykırılığı içinde barındıran ve insanlar arası ilişkileri yeniden şekillendiren nevi şahsına münhasır bir yapıya dönüşmüş; modern-ulus devlet de yapısı, işleyişi, fonksiyonu ve amaçları itibarıyla geleneksel devletlerden oldukça farklı bir yapıya kavuşmuştur.

Gücünü Aydınlanma felsefesinden alan ve oldukça seküler, rasyonalist ve totaliter bir proje olan modernite, geleneksel olan bütün formları, yapıları ve ilişkileri değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Maalesef Müslümanlar, modernitenin ortaya çıkardığı bu “yeni durum” karşısında doğru bir pozisyon alamamış ve modern dünya ile makul ve realist bir ilişki biçimi geliştirememişlerdir. Daha doğrusu modernitenin meydan okumalarına karşı koyamamış ve geneleksel İslamî müesseseleri modern döneme uyarlayamamışlardır.

Modern-Ulus Devlet

Hiç şüphesiz bu müesseselerin başında da devlet gelmektedir. Modern devlet, Müslümanların tarihte kurduğu devlet yapılarından çok farklıdır. Çünkü o, ulus fikrine dayanır. Her türlü kutsaldan ve ahlaki değerden arındırılmıştır. Yasama yetkisini tekeline almıştır. Aşırı merkeziyetçi, vesayetçi, bürokratik ve hiyerarşik yapısıyla her şeyi ama her şeyi merkezden denetlemek ve yönetmek ister. Bu yönüyle o, âdeta sivil topluma alan bırakmaz. Kendi ideolojisini ve felsefesini bütün vatandaşlarına dayatır. Hatta onları modernleştirmek ve uysallaştırmak için toplum mühendisliği yapar. Standartlar belirler, sınırlar koyar ve bütün vatandaşların bunlara riayet etmesini ister. Bu ve buna benzer özellikleri itibarıyla o, oldukça ceberut ve totaliterdir.

Fakat bu, madalyonun bir tarafıdır. Madalyonun öbür tarafına baktığımızda ise karşımıza şunlar çıkar: Tarihteki monarşik, oligarşik ve teokratik yönetimlerden, özellikle de bunların diktatörce ve despotça uygulamalarından çok çeken Batılılar bunlara alternatif olarak demokratik rejimleri tarih sahnesine çıkarmışlardır. Onlar, tek adam rejimlerinin önüne geçmenin ve barışçıl yollarla iktidarın el değiştirmesinin çözümünü demokraside bulmuşlardır. Hobbes, Locke ve Rousseau gibi filozofların ortaya attığı “toplum sözleşmesi” fikri de bireysel hak ve özgürlüklerin korunmasında ve gelişmesinde oldukça etkili olmuştur.

Aynı şekilde Batılılar, “hukuk devleti”ni öne çıkarmak suretiyle toplumda en üst otorite olan ve meşru şiddet kullanma tekeline sahip olan devlete karşı zayıf ve güçsüz durumdaki vatandaşların haklarını korumaya çalışmışlardır. Zira hukuk devletinde üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü esastır. Devlet çatısı altında yaşayan bütün insanların “vatandaşlık” statüsüyle devlete bağlanması ve bütün vatandaşların eşit hak ve özgürlüklere sahip olduğu ilkesinin benimsenmesiyle de ayrımcılık probleminin üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Bunlara ilaveten günümüz dünyası siyasi partilerin kurulması, oy kullanma ve seçim sistemlerinin geliştirilmesi, parlamento ve meclislerin ortaya çıkması gibi daha pek çok yeniliğe şahit olmuştur.

İşte son bir iki asırdır hiç alışık olmadıkları böyle bir devlet modeliyle karşılaşan Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Hele buna bir de modern devleti bile tehdit etmeye başlayan küreselleşme olgusu ve onun ortaya çıkardığı çoğulculuk realitesi eklenince, geleneğin modern çağa nasıl taşınacağı ve böyle bir ortamda İslamî ideallerin nasıl realize edileceği büyük bir problem olarak kendisini hissettirmiştir.

Özellikle son asırda devlet ve siyasete dair çok fazla akademik çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalarda ideal “İslam devletinin” özellikleri tasvir edilmiş, Kur’ân ve Sünnet’in devlet yönetimiyle ilgili ortaya koyduğu ilke ve prensipler üzerinde durulmuş, İslamî siyaset düşüncesinin ele alındığı literatür incelenmiş, İslam tarihindeki devlet tecrübeleri konu edilmiş ve günümüzde ortaya çıkan demokrasi, laiklik, çoğulculuk, hukuk devleti gibi kavram ve tecrübelerin İslam açısından değerlendirmesi yapılmıştır.

Din-devlet ilişkileri arasındaki gerilim tarihten bu yana devam edegelmiştir. Sadece bunun şiddeti farklı olmuştur. Günümüzde ise bu gerilim modern devletin kendini konumlandırdığı yerden dolayı çatışmaya dönüşmüştür. Esasında Asr-ı Saadeti ve bir yere kadar Dört Halife dönemini istisna edecek olursak tarihteki devlet modellerinin hiçbirisini İslam açısından ideal ve kâmil görmek mümkün değildir. Bunlara Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koymuş olduğu ilkeler ve bu ilkelerin realize edildiği Allah Resûlü ile onun Raşit Halifelerinin uygulamaları zaviyesinden bakılacak olursa, her birinin kendine göre bir kısım eksiklerinin ve hatalarının olduğu görülecektir.

Dolayısıyla İslam açısından ideal bir devlet sistemi kurmak, kamil bir yönetim tarzı geliştirmek hiç de kolay değildir. Fakat “Tamamı elde edilemeyen, büsbütün de terk edilmez.” kaidesince, Müslümanlara düşen realitelerden ve tutarlılıktan uzaklaşmadan mevcut uygulamaları olabildiğince iyileştirmeye çalışmak olmalıdır. Bazı araştırmacılar naslardan, fıkhî mirastan ve tarihî tecrübelerden hareketle İslâm siyaset teorisi ortaya koymaya çalışıyorlar. Fakat vaz ettikleri bu teori sosyal ve siyasi gerçeklerden çok kopuk ve ütopik olduğu için sadece kitap sayfaları arasında kalmaya mahkum oluyor.

Başta siyasal İslamcılar olmak üzere bir kısım Müslümanlar da “İslam devleti” kurma idealleriyle hareket ediyor fakat onların talep ve fikirleri, bir kısım şekillerden ve formalitelerden öteye geçemiyor; “hilafet”, “biat”, “şeriat”, “itaat” gibi bir kısım söylemlerden ibaret kalıyor. Meselenin daha ziyade kabuğuyla meşgul olduklarından bir türlü öze inemiyor ve asıl yoğunlaşılması gereken noktalara yoğunlaşamıyorlar. Daha doğru bir tabirle günümüz Müslümanları tüketmeye ya da eleştirmeye o kadar alışmışlar ki bir türlü özgün fikirler üretemiyorlar.

Burada ne bir devlet teorisi ortaya koyma ne de devlet ve siyasetle ilgili Müslümanlar arasında oldukça tartışmalı olan bir kısım mevzuları gündeme getirme derdinde değilim. Bilakis İslam’ın devletle ilgili ortaya koymuş olduğu bazı ilkelere ve Müslümanların günümüzde asıl çalışmaları ve yoğunlaşmaları gereken bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.

Devletin Mahiyeti

Öncelikle ifade etmek gerekir ki İslâm, bir devlet modeli ortaya koymamıştır. Bu alanı genel itibarıyla insan aklına, insan bilgisine ve insan tecrübesine bırakmıştır. Bu, İslam’ın esnek ve evrensel bir din olmasının gereğidir. Dolayısıyla İslam dininin muayyen bir devleti ve yönetim şekli yoktur; bilakis Müslümanların kurmuş oldukları farklı devlet tecrübeleri vardır.

Fakat bu, İslam’ın hiçbir şekilde siyasetle ve devletle ilgilenmediği anlamına da gelmez. Bilakis Kur’ân ve Sünnet bu konuda ana koordinatları belirlemiş ve hayatî bir kısım ilke ve prensipler vaz etmiştir. Aynı şekilde Allah Resûlü ve onun Raşit Halifeleri, Müslümanlara örnek alınacak bir siyasi tecrübe bırakmışlardır. Keza İslam hukukçuları da ilgili naslardan ve uygulamalardan hareketle bu alana dair kaleme aldıkları eserlerle zengin bir fıkhî miras ortaya koymuşlardır.

İşte bütün bunlardan yola çıkarak öncelikle devletle ilgili şu tespitleri yapmamız mümkündür: İslam nazarında devlet, Hegel’in iddia ettiği gibi Tanrı’nın dünyadaki iradesi ve arzusu değildir. Ortaçağ Hristiyan uygulamalarında olduğu gibi İslâm’da ilahî ve kutsal bir devletin yeri yoktur. Bilakis devlet her ne kadar bir kısım ilahî prensiplerden beslense de beşerî bir sistemdir. Zaman zaman İslam tarihinde devlete meşruiyet kazandırma adına halifelere, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi isimler verilmiş olsa da bunun dini bir temeli yoktur. Zira Hz. Ömer, kendisine “Allah’ın halifesi” denilmesine bile müsaade etmemiş, bilakis Peygamber’in halifesi olduğunu söylemiş ve genel itibarıyla mü’minlerin emiri diye isimlendirilmiştir.

Bu itibarladır ki devlet ne mutlak bir değerdir ne de onun kendinden menkul bir kerameti vardır. Çünkü o, bir amaç değildir; halka hizmet etme, toplumun huzurunu temin etme adına bir araçtır. Biraz daha açacak olursak İslam’a göre asıl olan fert ve toplumdur. “Siz, insanlara marufu emreden, münkeri yasaklayan hayırlı bir ümmetsiniz…” (Âl-i İmrân, 3/110), “Siz orta (mutedil/adil/hakkaniyetli) bir ümmet yaptık.” (el-Bakara, 2/143) gibi âyetlerin işaret ettiği anlam da budur. Ayrıca İslâmî hükümler dikkatle incelenecek olursa bunların hedefinde güçlü bir devlet değil güçlü bir toplum kurma hedefinin mevcut olduğu görülür. Bu sebepledir ki “fertlerin devlet için feda edilebileceği” şeklindeki bir görüşün hiçbir şekilde dinî bir temeli olamaz. Zira devlet, onların hayatlarına kast etmek için değil, onların hukuk ve güvenliğini korumak için vardır.

Şeyh Edebali, Osman Gazi’ye yaptığı nasihatta, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” şeklindeki veciz sözüyle bu hususu özetlemiştir. Dolayısıyla iktidar seçkinlerinin (mele/mütrefîn), toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal bütün güç merkezlerini ele geçirerek toplumu “müstada’fin” (ezilen, baskı altında tutulan ve istismar edilen kalabalıklar) hâline getirdiği bir yönetim anlayışının İslâmî ilkeler açısından tasvip edilebilir bir yanı yoktur. Bir rejim ne ölçüde, “Devlet aklı”, “hikmet-i hükümet” veya “devletin âli menfaatleri” gibi söylemlerle insan haklarını ihlâl ediyor, özgürlükleri kısıtlıyor, haksızlık ve zulümler irtikâp ediyorsa, o ölçüde İslamî ideallerden uzaklaşmış olacaktır.

Sosyal Mukavele veya Biat

Devlet başkanı, meşruiyetini kutsal bir kaynaktan değil, halktan alır. İktidarın kaynağı toplum olduğuna ve devlet başkanına yönetme yetkisini  toplum verdiğine göre onu denetleme ve azletme hakkı da temelde topluma veya toplum tarafından seçilen ehlü’l-hal ve’l-akd’e (devlet başkanını seçme ve azletme hakkına sahip olan heyete) aittir. Öyle ki bazı fıkıhçılar idarecileri denetleme görevinin Müslümanlar açısından farz-ı kifaye olduğunu ifade etmişlerdir. (Zeydan, el-Veciz, s. 36-37)

Batılı filozoflar tarafından ortaya atılan ve genel kabul gören “toplum sözleşmesi” fikrinin “bey’at/biat”la aynı içeriğe sahip olduğunu ifade edebiliriz. Zira İslam hukukçuları devlet başkanının hem seçimle iş başına gelmesi gerektiğini hem de ikinci bir adım olarak halktan “biat” (bağlılık sözü/konsensüs) alması gerektiğini ifade etmişlerdir. Alınan bu biatın da tamamen serbest irade ve rızaya dayalı olması üzerinde durmuşlar ve zorla alınan biatı geçersiz saymışlardır. (DİA, “biat”, 7/120-124)

Biat akdiyle halk aynı zamanda devlet başkanını kendilerine vekil ve veli tayin etmiş olurlar. Dolayısıyla devlet başkanı da vekalet ve velayet görevini en iyi şekilde yerine getirmekle mükelleftir. İslam hukukçuları, devleti idare eden kimselerin vazifesini, “Raiyye üzerine tasarruf maslahata menuttur.” şeklindeki fıkıh kaidesiyle özetlemişlerdir. Bunun anlamı şudur: Devletin bütün kanunları, icraatları ve politikaları halkın fayda ve menfaatlerini sağlamaya yönelik olmalıdır. Dolayısıyla devleti idare edenler sahip oldukları yetki ve imkanları kendilerinin veya belirli bir zümrenin çıkarlarını gözetmede değil, kamu menfaatlerini ve toplum yararını sağlamada kullanmalıdırlar.

İdarecilere sahip oldukları yetkiyi veren halk olduğuna göre, mutlaka halkın talep ve isteklerine kulak vermeli, şikayetlerini dinlemeli ve ihtiyaçlarını gidermelidirler. Belli ideolojileri ve politikaları halka dayatmaktan vazgeçmeli, “halka rağmen halk için” şeklindeki baskıcı tavırları bırakmalı ve halk üzerinde tahakküm kurmaya çalışmamalıdırlar.

Sosyal Devlet

Asıl olan halk ve halkın ihtiyaçları olduğuna göre doğal olarak devlet de “sosyal bir devlet” özelliğine sahip olacaktır. Yani içtimai dengenin sağlanmasına çalışacak, işsizlik ve fakirlik gibi problemlere karşı etkili çözümler üretecek, devletin kaynak ve imkânlarından herkesi eşit bir şekilde yararlandırmaya çalışacak ve muhtaçlara el uzatacaktır. Efendimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Bütün insanlar, Allah’ın iyalidir (rızıkları ve ihtiyaçları Allah’ın uhdesindedir.) Allah’a en sevimli olanlar da O’nun iyaline en çok faydalı olanlardır.” (Bezzar, Müsned, 13/332)

Şeffaflık

Aynı şekilde devlet yöneticileri yetkilerini halktan aldıklarına göre açık, şeffaf ve hesap verebilir bir devlet anlayışını kurumsallaştırmalıdırlar. Bilgi edinme hakkı anayasal güvence altına alınmalıdır. Yani bilgi talep etme vatandaşlar için bir hak olduğu gibi, bilgilendirme de devlet için bir vazife olarak görülmelidir. Şeffaflık ve açıklık devletin bütün kurumlarına ve işleyişine hâkim olmalı, devletin bulanık ve karanlık alanları veya siyasilerin gizli ajandaları bulunmamalıdır. Mesela devletin kuruşuna varıncaya kadar yaptığı harcamaların faturasına vatandaş tarafından da rahatlıkla ulaşılabilmelidir. Bu sağlanabildiği takdirde halkın devlete ve devlet idarecilerine karşı güveni de artacaktır.

Allah Resûlü ve Raşit Halifeler’in devlet idaresi adına yapmış oldukları icraatların olabildiğine açık ve şeffaf olduğu görülmektedir. Öyle ki onlar almış oldukları bir kısım kararların aleyhinde konuşmalar olduğunda da hemen halkı toplamış ve durumu izah ederek onları ikna etmişlerdir. Mesela Efendimiz’in Hayber ganimetlerinin taksimiyle ilgili bir kısım söylentileri kesme adına Ensar’a yapmış olduğu konuşma burada hatırlanabilir.

Hukuk Devleti

Hukuk devleti, ıstılah olarak Batı’da ortaya çıkmış olsa da tamamen İslam’ın öngördüğü bir muhtevaya sahiptir. Hukuk devleti, kısaca devlet mekanizmasının ve yöneticilerin hukuk kurallarıyla bağlı olmasını ifade eder. Çünkü hukuk, devletin de idarecilerin de üstündedir. Böyle bir devlette tıpkı vatandaşlar gibi devletin ve yöneticilerinin tasarruf ve faaliyetleri de hukuka uygun olmak zorundadır. Hukuk devletinin hâkim olduğu bir ülkede, devletin denetimsiz bir güç oluşturmasına, egemen sınıfın kendi çıkarlarına göre kanun yapmasına, idarecilerin yetkilerini aşmalarına, vatandaşların hak ve hürriyetlerinin çiğnemesine engel olunur.

Esasında hukukun amacı güçlülere karşı zayıfları korumaktır. Çünkü hukukun olmadığı bir yerde, güç ve kuvveti elinde bulunduranların sözü geçecektir. Bu sebepledir ki hukuk devletinin asıl amacı toplumda en üst otorite olan devlete karşı zayıf durumdaki vatandaşların haklarını koruma ve devletin sahip olduğu bu gücü haksız ve keyfi olarak kullanmasına engel olmadır.

Montesquieu, iktidara sahip olan kişilerin onu kötüye kullanmaya meyledeceklerini ifade ederken, Lord Acton da gücün insanı yozlaştıracağını, mutlak bir iktidarın ise insanı yozlaştırmasının kaçınılmaz olduğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla güç ve iktidarı elinde bulunduran devlet yöneticilerinin bunu istismar etmelerini engellemenin en etkili yolu, hukuk devletini hâkim kılmaktır.

Çünkü hukuk devletinin karşıtı “polis devletidir.” Polis devleti ise sınırsız yetkilerle donatılmış iktidar elitlerinin sahip oldukları bu devlet gücünü keyfi olarak kullanmalarını ifade eder. Böyle bir ülkede yönetilenlerin hukuk güvenliğinden bahsedilemez. Çünkü idarecilerin zorbalıklarına karşı hiçbir vatandaşlın hak ve özgürlükleri garanti altında değildir.

Bu izahlar zaviyesinden İslâm tarihine bakılacak olursa, saltanatın hâkim olduğu ülkeler de dâhil olmak üzere hiçbir devlet başkanının kendisini hukukun üstünde görmediği ve sınırsız yetkilerle donatılmadığı görülecektir. Soylu bir aileden gelen bir şahsın yaptığı hırsızlık cezasının affedilme talebi üzerine, “Kızım Fatıma da olsa elini keserdim.” (Buharî, enbiyâ 51) diyen bir Peygambere tâbi olan kişilerin başka türlü davranmaları da düşünülemez.

Aynı hâdiseyle ilgili olarak Allah Resûlü’nün ifade etmiş olduğu, “Sizden öncekileri helak eden şeylerden biri şuydu: Onlardan zayıf biri hırsızlık yapınca had cezasını tatbik eder, kuvvetli biri yapınca geçiştirilirdi.” sözü ise hukukun uygulanmasında herkesin eşit olduğunu ifade etmektedir. Hz. Ebû Bekir’in, “İçinizde zayıf olan hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. İçinizde kuvvetli olan da ondan başkasının hakkını alıncaya kadar zayıftır.” şeklindeki sözü de bu eşitliğin sonraki dönemlerde de uygulandığını göstermektedir. Nitekim İslam tarihinde sıradan bir vatandaşla bir valinin ve hatta devlet başkanının hâkim huzuruna çıkması ve vatandaşın haklı görülmesi hiç de nadir olmayan hâdiselerdendir.

Adalet

Bir devlet, sadece pozitif hukuk düzenine sahip olmakla hukuk devleti olmaz. Zira Alman nazizminin de Rus komünizminin de bağlı bulundukları pozitif bir hukuk düzeni vardı. Bu tür devletler birer “kanun devleti” olsalar da hukuk devleti değillerdir. Zira yasalar ve hukuk normları her zaman hukukî olmayabilirler. Onların hukukî olmaları için adaleti sağlamaları gerekir. Zira nihai anlamda hukukun amacı adaleti sağlamaktır. Dolayısıyla bazı durumlarda siyasi uygulamalar, kanuni ve yasal da olsa meşru olmayabilir. Zira despot ve diktatör ruhlu idarecilerin kendilerinin veya yandaşlarının çıkarlarını koruyabilme adına keyiflerince kanunlarla oynadıkları malumdur. İşte bu sebepledir ki bir devletin yasalarının ve icraatlarının meşru olması için hukukî ve adil olması gerekir.

Evet, belki de siyasal bir sistemin İslâmî ilkelere uyumluluğunu ve mükemmelliğini gösteren en önemli ölçü adalettir; kanunlarda adalet, yargılamada adalet, görevlendirmelerde adalet, gelir dağılımında adalet… “Ey Davud! Seni ülkede halife yaptık; bu sebeple insanlar arasında hak ve adaletle hükmet; şahsî arzu ve temayüllerine kulak verme ki seni Allah’ın yolundan saptırmasınlar.” (Sad, 38/26) âyeti de idarecinin en önemli vazifesinin adalet olduğunu göstermektedir.

Aynı şekilde Allah Teâlâ, Peygamberler ve onlarla birlikte Kutsal Kitaplar göndermesinin de insanlar arasında adaleti sağlama maksadına matuf olduğunu beyan buyurmuştur. (el-Hadid, 57/25) Hiç şüphesiz Kur’ân ve Sünnet’te yönetimle ilgili en çok üzerinde durulan husus adalettir. Öyle ki Yüce Allah, ana-babanın ve yakınların aleyhine bile olsa adaletten ayrılmamayı emretmiştir. (en-Nisa, 4/135) Başka bir ayet-i kerimede ise, “Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın.” (el-Mâide, 5/8) ifadeleriyle şahıs ve grup ayrımı yapılmaksızın herkese karşı adil olunması emredilmiştir.

Adalet, her hak sahibine tastamam hakkını verme demektir. Dolayısıyla adalet olmadan bir devletin, vatandaşlarının haklarını koruyabilmesi, istikrar ve güven ortamını sağlayabilmesi, kamu düzenini ve toplum ahengini temin edebilmesi, insanların ihtilaflarını hakkaniyetli bir şekilde çözüme kavuşturabilmesi vs. mümkün değildir.

Zira adaletin olmadığı bir yerde zulüm ve haksızlık var demektir. Zulmün olduğu bir ülkede ise şahısların can ve mal güvenliği tehdit altında olduğu gibi; ifade hürriyeti, din hürriyeti, teşebbüs hürriyeti gibi hürriyetler de risk altında demektir. Dahası böyle bir ülkede siyasal yozlaşmanın önüne geçilmesi; yani torpil, iltimas, adam kayırma, ihalede yolsuzluk, hortumlama, rant sağlama ve hayali yatırımlar yapma gibi suçların önlenmesi de çok zordur.

İşte bütün bunları göz önünde bulundurursak Efendimiz’in şu hadisinin önemini daha iyi anlarız: “Kıyamet günü Allah’a en sevimli ve en yakın olan kimse adil devlet başkanıdır. O’na en sevimsiz ve en uzak olan kimse ise zalim devlet başkanıdır.” (Tirmizi, Ahkâm 4)

Şura

Devlet yönetiminde İslâm’ın getirmiş olduğu en esaslı kurallardan birisi de şura’dır. Kur’ân’da yer alan, “Onların işleri kendi aralarında şura iledir.” (Şura, 42/38) âyeti öyle külli bir prensip vaz etmektedir ki verilecek kararların isabetli olması, toplumsal problemlerin çözülebilmesi ve devlet sisteminin adalet üzere ayakta kalabilmesi büyük oranda bu hayatî esasa riayet etmeye bağlıdır.

Şura, buna ehil olan insanlarla yapılır. O, sadece bir oylamadan ve parmak hesabından ibaret değildir. Bilakis o, farklı düşüncelerin rahatça ifade edilebildiği özgür bir ortamda, ortaya atılan farklı alternatifler üzerinde ciddi bir imal-i fikirde bulunarak, derin ve tarafsız bir araştırma yaparak ortak bir neticeye ulaşmayı ifade eder. Bu açıdan da o, devlet işleriyle ilgili kararların şahsî inisiyatiflerden alınarak kolektif bir şuura mâl edilmesinin bir ifadesidir.

Devlet yönetiminde önemli bir amaç olan adaleti sağlamanın, keyfiliği engellemenin ve tek adam rejimlerinin önüne geçmenin yolu da büyük oranda böyle bir ilkenin işletilmesine bağlıdır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin