‘İnsan kaybederek, neyi kazanacaksınız?’

ÖZEL HABER | FATMA BETÜL MERİÇ

Meşhur ve malum hikayedir, bilirsiniz. Çölde, devesiyle yorgun argın yol almaya çalışan bedevinin, yolunu keser bir yolcu. Çok aç, susuz ve bitkin bir haldedir. Bedeviyi görür görmez, önüne atlar ve “Ne olur birazcık su!” der. Bedevi, yardım etmek için devesinden aşağı iner. Yolculuk boyunca ancak kendisine yetecek miktardaki suyunu, o yolcu ile paylaşır. Biraz dinlenmesi ve kendine gelmesi için uğraşır. Ne var ki yolcu, aslında bir hırsızdır. Suyu içip, çabucak toparlanıp, kıvrak bir hareketle deveye biner. Hızla oradan uzaklaşmaya başlar. Bu sırada olanlara bir türlü anlam veremeyen bedevi, yolcuya seslenir. Ne olur bu olanları kimseye anlatma, der.

Yakıcı çöl kumları ile dolu bu ıssız vadide, devesini çaldığı bedevinin kötü sözler sarf etmek yerine, neden böyle söylediğini anlayamayan hırsız, öne yavaşlar. Sonra merak eder, yaklaşıp sorar. Seni kandırıp, deveni çaldığım halde; neden bunun duyulmasını istemediğini söylüyorsun?

Çünkü, der bedevi. Anlatırsan, bundan böyle kızgın çöllerde, gerçekten susuz kalmış bir yolcuya, hiç kimsenin durup yardım etmeyeceğinden korkuyorum.

***

Zor zamanların, yıpratıcı süreçlerin, zahmetlerin içlerinde kolaylık da gizlidir. Bu sıkıntılı haller sizi, dünyanın basit meşgalelerinden uzaklaştırır. Dünyayı ‘kesben değil kalben’ terk etmenize vesile olur. Fani dünyanın baki lezzetlerini aramaya çalışırsınız. Teninize değen rüzgarın serinliğini, özgürce nefes alıp vermeyi, sokaklarda başıboş yürüyebilmeyi, bir bardak demli çayı sıcakken içebilmeyi mutluluk defterinize kaydedersiniz. Evvelden fark etmeden geçtiğiniz kim bilir nice güzelliğe temenna durur, var oluşunuzun kıymetini anlar. Yaratılan her şeyi Yaradan’dan ötürü sevmeye yeniden bir kere daha başlarsınız.

Bu zamanlarda sizi okuduğunuz kitaplar, dinlediğiniz şiirler, hikayeler, romanlar kısacası sanat ayakta tutar. Edebiyatın kuytularına sığınırsınız. Anlatırsınız. Anlarsınız.

“Yaşamak için bir nedeni olan kimse, hemen her nasıl’a katlanır” der Nietzsche. El-hak doğru.

Kendimi henüz bir mülteci olarak ismini bildiğim ama dilini bilemediğim ülkelerin sınırlarında bulmasam da; empati yapmak, yerinden yurdundan edilen insanları anlamak için yola düşmüştüm. Şehrimin durmaksızın yağan nisan yağmurlarında pek ıslanmadan fakat trafiğe takılarak, gecikmeyle de olsa izleyebilmiştim çok merak ettiğim oyunu.

Farklı ülkelerden gelmiş sekiz kişinin, bir kamyon kasasına saklanmış halde, Türkiye üzerinden Avrupa’ya kaçışının hikayesi anlatılıyordu oyunda. Uzun bir aradan sonra tiyatroya gelmiş olmanın heyecanı ile oturdum koltuğuma. Oyun çoktan başlamıştı oysa. Tiyatronun başka bir büyüsü vardır. Sinemaya benzemez. Sahne tozunu yutmak oyunculara özgü değildir hep. İzleyenler için de, tiyatronun yeri başkadır. Canlıdır. Sahicidir. Elinizi uzatsanız, oyunun içindesinizdir sanki. Çıt çıkmayan salonda, nefes almaya bile çekinirsiniz. Kendi atmosferine çekiveririr sizi. Sıyrılırsınız birkaç saatliğine hayatınızın akışından. Kalbiniz şimdi burada atmaktadır.

Kapalı bir kamyon kasasını andıran dekorda geçiyordu oyun. İçinde çokça tahta kasanın olduğu bu yerde. İkisi hiç dil bilmediğinden konuşmayan mülteci, biri İran’daki ailesinin öldürme emrini verdiği kız kardeşinin canına kıyamadığı için ailesinden kaçan genç bir delikanlı. Türkiye’den Avrupa’ya geçmek isteyen orta yaşın üzerinde, işsiz güçsüz iki arkadaş, ve bir çift kucaklarında bebekleri ile Suriye’deki savaştan kaçan. İyi eğitimli oldukları halde mesleklerini yapamıyorlar zalim bir yöneticinin elinde.  İki kızlarını savaş esnasında kaybetmişler. Tutunacak dalları bir tek minik oğulları kalmış. Kızlarının evlerine düşen bir bomba ile vefat ettiğini gören anneleri şoka girmiş, o gün bugündür konuşmuyormuş. Bir kadın daha vardı. Üzerinde burkası ile, oyun boyunca hiç konuşmadı. Hayallerini, korkularını, ümitlerini, geçmişlerini ve ne ki geleceklerini bir bavula, bir sırt çantasına sığdırıp da yola düşmenin ne demek olduğunu bir kez daha anlamaya çalıştım. Yersiz yurtsuz olmanın ağırlığını. İnsanın kamışlıktan koparılan ney misali ebedi bir gurbet sancısıyla yaşamaya çalıştığı dünya hayatının geçiciliğini. “Coğrafyanın kader” oluşunu. Ama bu  coğrafyanın keder olduğunu anladım. Sonunda ise havasızlıktan kaçmaya çalıştıkları bir kamyon kasasında vefat eden o küçük bebeğe, tüm salonla birlikte ben de ağladım.

***

“Kişi hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa; o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir, der kendisi de Nazi kamplarında işkence görmüş ailesini o kamplarda kaybetmiş olan Avusturyalı psikiyatr Viktor E. Frankl. Ben bu sözün doğruluğunu, bugün ondan yıllar sonra; aynı zulmün payandaları altında ezilmeye çalışılan insanlarda gördüm. Onların dik duruşlarında gördüm.

FATMA HANIM….

Ellili yaşlarında üç çocuk annesi bir öğretmen Fatma Hanım. İdarecilik yaptığı kurumdan sağlık sorunları sebebiyle 2 yıl evvel ayrılmış olmasına rağmen, bel fıtığı sebebiyle yeni ameliyat olmuş; nekahet döneminde olmasına bakılmadan tutuklanır, cezaevine gönderilir on binlerce hemcinsi gibi. Bir annedir. İkisi evli üç oğlu ve bir eşi vardır. Günlerce aylarca delilsiz mesnetsiz ve iddianamesiz kalır cezaevinde. Cezaevi doktorunun yürüyemez, kendi işlerini göremez raporuna rağmen, tahliye edilmez. Onun yokluğunda eşi, emekliye ayrılır. Liseye giden oğluna hem annelik hem babalık yapmaya çalışır. Kendi deyimiyle “Bu zamanlar Modern Kerbela”dır. Elli yaşından sonra yemek yapmayı, çamaşır bulaşık yıkamayı öğrenir. Her hafta eşini ziyarete gider gelir. Her ay bu haksız tutukluluğa itiraz edilir.

İçerde geçen günlerini anılarını hatırlayamaz şimdilerde Fatma Hanım. 9 ay ailesinin bulunduğu şehirde, 9 ay da İstanbul’a sevk edilerek Bakırköy Kadın ve Çocuk Cezaevinde tutuklu kalır. Tam 18 ay sonra görülen duruşmada hakim, neden para almaksızın Kur’an öğrettiğini sorar. Hukuk tarihine geçecek suç uydurmalarına  bir yenisini daha ekler bu sayede. Fatma Hanım da, ayet ile cevap verir. “Kur’an’da sizden hiçbir ücret istemeyenlere tabi olunuz” buyrulur. Ben çocuklara, kendi dinlerini anlatırken nasıl para alayım, der. Sağlık sorunları ve uzun tutukluluk süresi göz önünde bulundurularak tutuksuz yargılanmasına karar verilir. Şimdilerde tahliyesinin üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, cezaevine ait ve yakın geçmiş sayılabilecek günleri hatırlamıyor Fatma Hanım. Eşi kendisini bir an bile yalnız bırakmıyor. Liseli oğlu okulunu bırakmış, bir iş bulmuş çalışıyor. Hayatlarının bir anda alt üst olduğunu ifade eden aile yine de ah etmiyor. Ağızlarından bir isyan cümlesi çıkmıyor.

Benim bu süreçte en fazla dikkatimi çeken de bu işte. Vatansever insanların vatan haini ilan edildiği, sosyal bir dışlanmışlık yaşayan, işleri ellerinden zorla alınıp, pazarda limon satmaya, sokakta kağıt toplamaya zorlanan bu insanlar; kimseye karşı bir nefret beslemiyor. Ayrıştırıcı bir dil kullanmıyor. Bunca örselenmelerine karşılık, hiç kimseyi ötekileştirmiyor. Büyük bir teslimiyet var sözlerinde. Hallerinde farklı bir vakar, sükunet. Hangi biri ile söyleşsem, neredeyse yaşadıklarına hamd ediyorlar. İsyan etmiyorlar. Hep zorlukla gelen kolaylıklardan, zahmetin aynı zamanda rahmet de olduğundan bahsediyorlar.  Bu da geçer ya hu, diyorlar. Tebessümlerini iliştirdikleri dualarını yolluyorlar tüm masumlara..

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin