‘İçerde’ neye üzülür insan?

YORUM | TURGUT EFE KARA

“İnsan, hüzün ile sevinç arasında asılı durur…” der, Halil Cibran.

Öyledir, insan ömrü bir sarkaç gibi hüzün ile sevinç arasında gider gelir. Ama bazı dönemler veya bazı yerler var ki, insan o sarkacın bir tarafında öylece asılı kalıverir. İçinden geçtiğimiz dönemde ve cezaevinde mesela, asılı kalınan yer sarkacın hüzün tarafıdır…

Kendimden ve tanıdıklarımdan biliyorum ki, içerde üzülecek çok şey bulur insan. Ama kendine üzülmez, üzülemez.

Bir ailen vardır. Önce onlara üzülürsün. Onların dışarda senin içerde olmandan değildir üzüntü. Sırf onların sana üzülüyor olmasına üzülürsün.

Annen-baban yaşlıdır, hastadır. Ne haldeler, kim bakar, nasıl ilgilenir diye düşünür, üzülürsün. Ana şefkatinin kendi hastalığını unutup seni merak edeceğini,  her daim adını sayıklayıp duracağını bilir, üzülürsün.

Çocukların vardır. Onlardan ayrı kalmana değil, yokluğunda duygusal bir kırılma yaşama ihtimallerine üzülürsün. Akşamları ‘bana ne getirdin’ diye üzerine atlayacak baba olmadığı için bükülen boyunları düşünür, üzülürsün.

Dahası, her gün cezaevine gelen yeni masumları, onların anne-babalarını, çocuklarını ve de eşlerini ayrı ayrı düşünürsün… Üzülmeye hangisinden başlayacağına, en çok hangisine üzüleceğine şaşırırsın.

Eşinin de içeri girme ihtimali gelir aklına, daha çok üzülürsün. Çünkü, eşin ve tüm geride kalan yakınların o zaman daha çok üzülecektir. Çocuklarına kim nerede bakacaktır, neyle avutup nasıl teselli edeceklerdir? Düşünürsün ve üzülürsün.

Sonra aklına annesi-babası zaten içeride olan çocuklar gelir, az önceki ihtimale dayalı üzüntünden utanırsın ve daha da çok üzülürsün.

Geride kalan çocuklardan dedeye-nineye bile bırakılmayıp ailenin elinden alınanlar vardır. O anne-babaları, hapishaneden farksız yuvaya konan çocukları düşünürsün. Üzüntüden karnın kasılır, öylece kalırsın.

Derken, başka acılar sıralanır gözünün önünde. Senden çok önce cezaevine atılmış masum görevliler vardır. Ve aylardır tecritte her türlü baskıya maruz bırakılmaktayken, zalim şimdi de eşine, kardeşine hatta çocuklarına musallat olmaktadır…

Peşinden diğerleri canlanır zihninde. Türlü işkencelere maruz kalmış, en ahlaksız tehditler savrulmuş masum görevliler, öğrenciler vardır. Kaburgaları elleri kırılanlar, gözü kulağı patlatılanlar ve nazik bedeni kaldıramayanlar, kalbi daha fazla dayanamayıp can verenler…

Kadınlar vardır. Hamile veya bebekli olmasına rağmen demir parmaklıklar arkasına konulanlar. Emzirme döneminde yavrusundan koparılıp içeri atılanlar. Kelepçe ile doğumhaneye sokulup oradan yine bebeğiyle hapishaneye götürülenler…

Gazetelere düşen, dilden dile dolaşan acı haberler vardır. Meriç nehri adeta muhacir mezarlığına dönmüştür. Kurtulduğuna sevinemeyen babalar, yavrusunun naaşını arayan analar, zalimin adamlarına yakalanan kişiler…

Bunları düşünürken, kendinle ve ailenle ilgili bütün üzüntüleri unutursun. Sadece o analara ve yavrularına, işkence görenlere üzüleyim derken, an gelir yanacak gibi olursun.

Üzüntünü gözyaşlarına, gözyaşını dualara çevirebilirsen, biraz sükûnet bulursun.

Ziyaret günü gelir, eşin, annen-baban yahut kardeşin. Sayılı dakikaların ne zaman nasıl geçtiğini anlamaz, diyeceklerini hiç bir zaman tamamlayamazsın. Asla belli etmezsin, ama üzülürsün. Aynı rolü ziyaretçinin de yaptığını bilir, koşar adım gelinen yerden, ayak sürüyerek gidildiğini görürsün. Asıl ona üzülürsün.

Ziyaretçinin getirmediği, getiremediği selamlara, dışardaki dostlardan gelmeyen haberlere takılırsın. Unutulmamaya dair beklentiler, kadir ve kıymet üzerine kurduğun hayaller, vefa kavramına yüklediğin anlamlar sarsılır, yıkılacak gibi olur, derinden üzülürsün.

Değişik örgütlere mensup kişilerin koridorlarda attığı dayanışma sloganları dolar kulağına. Dini bir vecibeymiş gibi vaktini aksatmadan, günde kaç kez tekrarladıkları bağırmalarla direnişi, demir kapıları döverek çıkardıkları gürültüyle isyanlarını ilan ederler. Beyhude emeller için harcanan bu adanmışlığı düşünür, onlar adına üzülürsün.

İdarenin memurculuk oynayan görevlileri vardır. Hakiki teröristlere bile tanınan insan haklarını senden kıskanırlar. Bağırıp çağıranların yanında uslu bir memur olurken, sana gelince aslan kesilirler. Dilekçelerin kaybolur, hastane taleplerin yok sayılır. Kurumların, devletin kimlere emanet edildiğini görür, üzülürsün.

Böyle hüzün deryasında gezinip dururken bir gün kapının mazgalı açılır ve eline bir evrak tutuşturulur. Bakarsın, aylardır beklediğin iddianamedir. Bir çırpıda nefessiz okursun, sonra döner tekrar okursun. İnanamazsın…

Bu bir iddianame değil, küfürnamedir. Bildiğin tüm gerçeklere yalan, bütün doğrulara palavra denmektedir. Kutsalların batıl, değerlerin yok sayılmıştır. Şeytanın aklına gelmeyecek iftiralar atılmış, dünyanın bütün kötülükleri yeryüzünün iyi  insanlarına yüklenmiştir.

Bir sıkıntı basar bedenini, ellerin titrer, yüreğin sıkışır, ruhun daralır. Duyguların allak bullak olmuş, düşüncelerin savrulup gitmiştir. Haykırmak istersin sesin çıkmaz, sesin çıksa duyan olmaz. Çaresizliğini anlar, üzülür, üzülür, üzülürsün.

Fakat bu değişik bir hüzündür. Diğerlerine benzemez. Tuhaf bir şekilde huzur da verir. Sanki sebep-sonuç arasında tam bir uyum sağlanmıştır, sanki ilk kez hüzün denen duygunun hakkı verilmektedir. O an, içinden mi dışından mı geldiğini bilemediğin bir ses şunu demektedir: Diğerlerini asla unutma, ama üzüleceksen buna üzül, ağlayacaksan buna ağla.

İşte böyledir içerisi; binbir katmanlı hüznün bütün boyutlarında dolaştırır seni, ama kendi katmanındaki üzüntüyü göstermez sana!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin