Hukukun üstünlüğü mü üstünlerin hukuku mu?

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

İnsanlık, huzur ve barış içinde bir hayat yaşayabilmek, dirlik ve düzenini koruyabilmek için devlete ne kadar muhtaçsa, devlet de kendisinden beklenilen vazife ve fonksiyonları kusursuz bir şekilde yerine getirebilmesi için bu ölçüde hukuka muhtaçtır. Mülkün temeli ve hukuk düzeninin nihaî hedefi adalet olduğu gibi, adaletin temin edilebilmesinin, ayakta tutulabilmesinin, nesnel ve evrensel ölçütlerinin belirlenebilmesinin garantisi de hukuk kurallarıdır. Günümüzde hukuk devleti denildiğinde kısaca, devletin bütün müesseseleriyle hukuka tâbi olduğu, yönetilenlere hukuk güvenliğinin sağlandığı, fertlerin temel haklarının devlete karşı korunduğu ve bağımsız mahkemelere gidebilme hakkının herkese açık olduğu devlet düzeni kastedilmektedir.

Hiç şüphesiz hukuk devletinin en bariz vasfı, hukukun üstünlüğü ilkesinin hâkim olmasıdır. Bu ilkeye uyulmadığı takdirde hukuk devletinden beklenilen faydaların elde edilebilmesi ve hatta bu ilkenin ihlâl edildiği bir devlete -her ne kadar şeklî unsurları bünyesinde barındırsa bile- gerçek anlamda “hukuk devleti” denilebilmesi mümkün değildir. Hukuk devleti denildiğinde asıl anlaşılması gereken, devletin hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olarak örgütlenmesi ve devletin yasama, yürütme ve yargı erklerinde bütünüyle bu ilkenin hâkim olmasıdır. Zira hukuk devleti, sadece hukuku olan devlet demek değildir; bilakis hukukun bütün şahıslar ve kurumlar üzerinde egemen olduğu devlet demektir. Bu yönüyle hukuk devletinde hukuk, devlet aygıtının hem temelini, felsefesini ve meşruluk kaynağını oluşturur hem de sınırlarını ve hedeflerini tayin eder.

“Hukukun Üstünlüğü” Kavramının Tanımı, Hedefi ve Ortaya Çıkışı

Hukukun üstünlüğü (the rule of law, siyâdetu’l-kânûn), en basit tanımıyla hukukun bir ülkedeki genelliğini ve yetkisinin yüksekliğini ifade eder. Genellikten kastedilen, kanunların herkese eşit bir şekilde uygulanması ve herkesin kanun önünde eşit olmasıdır. Kanunlara muhatap olma noktasında ne zenginlerin fakirlerden, ne güçlülerin zayıflardan, ne de yöneticilerin yönetilenlerden bir farkı yoktur. Hukukun yetkisinin yüksek olması ise yargıçlar, kanun yapıcılar, din adamları ve yöneticiler de dâhil olmak üzere hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukuk karşısında imtiyazlı bir konuma sahip olmaması ve hukukun üstüne çıkamaması demektir.

Hukukun üstünlüğü denildiğinden en geniş anlamıyla bütün vatandaşların hukuk kurallarına uyması ve hukuk tarafından yönetilmesi anlaşılsa da esasında hukukun üstünlüğünün asıl amacı devleti ve yöneticileri hukukla bağlamak ve sınırlamaktır. Egemenliğin, kayıtsız şartsız ve denetimsiz bir şekilde kullanılmasına mâni olmaktır. Güç ve iktidarı, devletin yönetimiyle sorumlu olan şahıslardan alarak kanuna vermektir. Hukuk kaidelerini devletin üzerine çıkararak devleti, kanunların denetimine almak ve bütün icraatlarını kanunî hâle getirmektir. En büyük gücü elinde tutan devlet aygıtının, nispeten zayıf ve güçsüz durumdaki vatandaşlarına karşı muhtemel bir kısım hak ihlâllerinin önüne geçmektir. Dolayısıyla hukukun üstünlüğü ilkesinin özünü, devlet gücü karşısında bireyin korunması düşüncesi oluşturur.

Biraz daha açacak olursak, ortaçağ boyunca gücünü Tanrıdan aldığını iddia eden ve âdeta toplumu köleleştiren krallıkların, toplum üzerinde tam bir sömürü sistemi kuran kilise babalarının ve geniş yetkilere sahip derebeylerinin keyfi uygulamalarından çok çeken Batılı, devlet karşısında güçsüz durumda olan bireyin temel hak ve özgürlüklerini koruyabilmenin çözümünü, hukuk devletini tesis etmede ve hukukun üstünlüğü ilkesini hâkim kılmada bulmuştur. Başta Amerika, Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere birçok Batılı ülke yaptıkları anayasalarla ve çıkardıkları kanunlarla “kadir-i mutlak” devlet anlayışına son vermişlerdir.

Bundan sonradır ki artık hikmetinden sual olunamayan işler yapan, “hikmet-i hükümet” veya “idare-i maslahat” adı altında fertlerin haklarını çiğneyen ve özgürlüklerini kısıtlayan devlet anlayışı yavaş yavaş kaybolmaya başlamış; kanunların üstünde duran veya keyfine göre kanunlar çıkaran devlet anlayışı, yerini, kanunların sınırları içinde icraatta bulunmak zorunda olan ve vatandaşlarının her türlü hak ve özgürlüklerini korumayı en büyük vazife telakki eden devlet anlayışına bırakmaya başlamıştır. Bir yönüyle devlet kaba bir güç unsuru olmaktan çıkarak ehlileşmiş, insanileşmiş ve ahlakileşmiştir.

Bu kısa izahlar bile hukukun üstünlüğü düşüncesini ortaya çıkaran temel ihtiyaçların ne olduğunu veya devlet yönetiminde hukuku mutlak hâkim kılmayla ne gibi suiistimallerin önüne geçileceğini anlamak için yeterli olacaktır. Hukukun üstünlüğü, insanları başka insanların hizmetçisi ve hatta kölesi haline getiren mutlakiyetçi hükümdarlıkların karşısındadır. Hukukun üstünlüğü, toplumu sıkı sıkıya denetleyen, biçimlendiren ve sömüren otoriter ve totaliter rejimlerin karşısındadır. Hukukun üstünlüğü, devlet imkânlarının belirli şahıs ve zümrelerin elinde temerküz ettiği diktatörlüklerin karşısındadır. Hukukun üstünlüğü, sınırsız yetkilerle donatılmış ve keyfi olarak hareket eden zorbaların iş başında olduğu polis devletinin karşısındadır. Hukukun üstünlüğü, koca bir milletin kaderine hâkim olarak kitleleri baskı ve zulmün pençesinde kıvrandıran tiran ve müstebitlerin karşısındadır. Hukukun üstünlüğü, Brezilyalı diktatör Getulio Vargas’ın ifadesiyle “Arkadaşlarım için her şey, düşmanlarım için hukuk” düşüncesinin karşısındadır.

Son olarak ifade etmek gerekir ki liberal siyaset felsefesinin, anayasacılık faaliyetlerinin, insan haklarına verilen önemin gelişmesi de hukukun üstünlüğü düşüncesinin oturmasında ciddi etkili olmuştur. Zira liberal anlayışta devlet, kıymeti kendinden menkul bir varlık değildir. Devlet olmanın kendi mahiyetinden kaynaklanan bir kısım gerekleri ve zaruretleri yoktur. Bilakis devlet, sosyal barışı sağlayan ve hakları koruyan bir araçtır. Devlet, güçlü olduğu için haklı değildir. O, sahip olduğu bu gücü sadece meşru ve haklı amaçları gerçekleştirmek için kullanabilir. Aynı şekilde liberal felsefeye göre devlet değil, hukuk birincil ve üstün ilkedir. Böyle bir devlet tasavvurunun hukuka ve insan haklarına verilen önemi artıracağında şüphe yoktur.

Hukukun Üstünlüğü İlkesinin Göstergeleri ve Gerekleri

Gerçek anlamıyla hukukun üstün olduğu ve gücün kanuna verildiği bir ülkede, devletin, hukuku birilerine karşı “silah” olarak kullanması veya onu devletin amaçlarına hizmet ettiği ölçüde yarayışlı bir “araç” olarak görmesi söz konusu olamaz. Bir kısım illegal işlere bulaşma veya kanun namına kanunsuzluk yapma da hukuk devletiyle telif edilemez. Aynı şekilde özü itibarıyla hukuk devleti sayılan bir ülkede devletin selameti için asla fertler veya gruplar feda edilemez. Devletin âlî menfaatleri uğruna can ve mal masumiyeti çiğnenemez. Hatta böyle bir ülkede devletin vazifesi insanlara bir kısım haklar ve özgürlükler “lütfetmek” de değildir. Bilakis onların birer insan ve vatandaş olarak zaten sahip oldukları haklarını güvence altına almaktır. Elbette bütün bunların gerçekleşebilmesi için en başta devleti yönetenlerin hukukun üstünlüğüne inanması, meşruiyetini bu temele dayandırması ve bu felsefeyi benimsemesi gerekecektir.

Öte yandan hukukun üstün olduğu bir ülkede temel hak ve özgürlükler anayasa ve kanunlarla güvence altına alınır. Bundan sonra devletin hiçbir kimseyi veya gurubu legal bir kısım iş ve faaliyetlerinden ötürü suçlaması söz konusu olamaz. Kanunların eksik, yetersiz veya adalete aykırı olması da bu konuda bir mazeret teşkil etmez. Zira bu durumda yapılması gereken kanunları değiştirmek veya yeni kanunlar yapmaktır. Bunun anlamı şudur: Devlet, yurttaşlarını sadece resmî olarak ilân etmiş olduğu yasalara tâbi kılabilir ve bunlardan hesaba çekebilir. Hukuk devletinde “legal görünümlü illegal örgütler” gibi tanımlamalar, siyasilerin yapacakları bir kısım illegal işlere ve zulümlere meşruiyet kazandırma çabasından başka bir şey değildir.

Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için de devletin hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olarak kurumsallaşması ve örgütlenmesi gerekir. Kanunları, kanun yapıcılar ve devlet yöneticileri de dâhil olmak üzere herkese eşit bir şekilde uygulayabilmesi ve bunun için de bir kısım anayasal ve yasal düzenlemeler yapması gerekir. Dahası devlet, yasama ve özellikle yürütmeye dair icraatları yargısal denetime tâbi tutabilmelidir. Bunun da yönetimde şeffaflığı ve hesap verebilirliği gerektireceğinde şüphe yoktur.

Hem devletin her türlü icraat ve tasarrufunun kanunlara uygun olmasını sağlamanın hem de devletin keyfi bir kısım uygulamalarına karşı bireylere hukuk güvencesi temin edebilmenin en etkili yolu ise bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşturulmasıdır. Yoksa yargı organlarının iktidarın güdümünde olduğu veya adamına göre muamele yaptığı bir devlette, hukukun ve hukuk devletinin önemli esasları sayılan ne hak arama özgürlüğünden, ne adil yargılanmadan, ne masumiyet karinesinden, ne kazanılış haklara saygıdan, ne de kanunların geçmişe yürümezliği ilkesinden bahsedilebilir.

İslâm’da Hukukun Üstünlüğü İlkesi

Daha önce de kısaca üzerinde durulduğu üzere hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü kavramları modern döneme aittir ve birkaç asırlık geçmişe sahiptir. Fakat bazı araştırmacıların da ifade ettiği üzere bu düşüncenin temelleri çok daha eski devirlere dayanmaktadır. Mesela Aristo’nun, “Devleti, herhangi bir vatandaşın yönetmesindense hukukun yönetmesi çok daha uygundur.” şeklindeki ifadeleri hukukun üstünlüğü fikrini çok güzel özetlemektedir. İslâm uleması da her ne kadar kavram olarak bunun üzerinde durmasalar da çok sayıda Kur’ân ve Sünnet nassı hukukun üstünlüğü fikrine referans teşkil ettiği gibi, Allah Resûlü (s.a.s) ve Raşit Halifelerin uygulama ve tatbikleri de tamamıyla hukukun üstünlüğü mefhumuna dayanmaktadır. Hukukun üstünlüğü fikriyle bağdaşması mümkün olmayan İslâm tarihindeki veya günümüz İslâm ülkelerindeki bir kısım yanlış uygulamaların İslâm’a mâl edilmesinin doğru olmadığını burada ifade etmek gerekir.

İslâm ulemasının Kur’ân ve Sünnet’ten yola çıkarak siyaset ve devletle ilgili ortaya koymuş oldukları; hukuka muhatap olma noktasında yönetilenlerle yöneticiler arasında hiçbir ayrım yapılmaması, devlet başkanı da dâhil olmak üzere hiçbir yöneticiye dokunulmazlık hakkı tanınmaması, sıradan bir vatandaşın bile rahatlıkla devlet başkanından davacı olabilmesi, devlet başkanlığının ağır mesuliyet gerektiren bir vekâlet ve velayet görevi olarak kabul edilmesi, devlet başkanının sadece meşru ve maruf emirlerine itaat edileceğinin vurgulanması, yöneticilere karşı emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker vazifesiyle kamuoyu denetiminin kurulması, bir prensip olarak hukuka muhalefet eden devlet başkanının görevden alınacağının kabul edilmesi, devletin varlık gayesinin adaleti temin etme ve kamu yararını sağlama olduğunun ifade edilmesi gibi düzenlemelerine bakılacak olursa İslâm’ın öngördüğü devletin tamamıyla hukuk devleti olduğu ve devletin temeline hukukun üstünlüğü ilkesini yerleştirdiği söylenebilir.

Bunların yanı sıra yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı olarak vazife ve sorumluluklarının net olarak belirlenmesi, devlet başkanı olacak kimselerle ilgili ilim ve ehliyete dair çok önemli ve ağır şartlar ileri sürülmesi, istişareyle iş yapmanın yönetimin bütün kademelerinde bulunan idareciler için temel bir görev olarak vaz edilmesi, idarî ve icraî her türlü işlem ve eylemin yargı denetimine tâbi tutulması, yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrı olarak vazifelerini icra etmeleri, hukukun itikadî ve ahlakî bir kısım dinamiklerle desteklenmesi gibi esaslar, yöneticileri keyfî şekilde hareket etmekten ve halk üzerinde tahakküm kurmaktan men eden çok önemli dinamiklerdir.

Bütün bunlar sadece teoride kalmamış İslâm’ın ilk devirleri başta olmak üzere sonraki asırlarda da uygulama imkânı bulmuştur. Asr-ı Saadet’te soylu bir aileye mensup olan bir kadın hırsızlık yapmıştı. Onun affedilmesi adına Allah Resûlü’ne müracaatta bulunulduğunda O öncelikle kızı Fatıma da olsa söz konusu müeyyideyi uygulayacağını ifade etmiş arkasından da en net ifadelerle hukukun üstünlüğünü ortaya koyan şu tarihî sözlerini sarf etmiştir: “Sizden öncekileri helak eden şeylerden biri şuydu: Onlardan zayıf biri hırsızlık yapınca had cezasını tatbik eder, kuvvetli biri yapınca geçiştirilirdi.” (Buharî, enbiyâ 51)

Allah Resûlü ile bir sahabe arasında yaşanan şu hâdise ise hukukun üstünlüğü ilkesinin en önemli yansımalarından birisi olan kanun önünde eşitliğin mücessem bir misalidir: Bir gün Allah Resûlü mal dağıtırken birisi O’nun üzerine fazla abanır. Bundan rahatsız olan Nebiyy-i Ekrem elinde bulunan değnekle onu dürterek dikkatli olmasını ister. Fakat değnek yanlışlıkla onun yüzüne isabet eder ve hafif yaralar. Bunun üzerine Allah Resûlü adamı yanına çağırarak kendisine kısas yapmasını talep eder. Fakat o, affettiğini söyler. (Ebû Dâvud, Diyât 14) Bu olaya şahit olan Hz. Ömer, “Allah Resûlü’nün kendisine kısas yaptırmak istediğini gördüm.” demiştir. (Nesaî, Kasâme 23) Yeni kurulan devletin başkanı olmasının yanı sıra aynı zamanda bir Peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s) bile bunu yapıyorsa, İslâm’a göre hiçbir yönetici ve idarecinin kanunlar karşısında dokunulmazlık hakkı yok demektir.

Allah Resûlü’nden sonra devletin başına geçen Hz. Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra yaptığı şu konuşmada da hukuk devletinin temel dinamikleri ortaya konulmuştur:  “Ey İnsanlar! Size halife olmam sizden hayırlı olduğum anlamına gelmez. Vazifemi doğru bir şekilde ifa edersem bana yardım edin. Hataya düşersem beni düzeltin. İçinizde zayıf olan hakkını alıncaya kadar, benim yanımda kuvvetlidir. İçinizde kuvvetli olan, ondan başkasının hakkını alıncaya kadar zayıftır. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Bu itaatten ayrılırsam sizin bana itaat göreviniz yoktur.” (İbn Hişam, 2/661)

Hz. Ebu Bekir’in, sıradan insanlardan farklı olmadığını, göreviyle ilgili her zaman denetime ve hesap vermeye açık olduğunu, herkese eşit muamele yapacağını, hukuka bağlı kalacağını ve meşruiyetini de hukuku uygulamadan aldığını bildiren ve aynı zamanda yöneticilerin hukuktan saptığı durumlarda halkı siyasi muhalefete, sivil itaatsizliğe ve direnişe çağıran bu sözleri modern dünyanın bile henüz ulaşamadığı üstün bir adalet ve hukuk düşüncesini yansıtmaktadır.

Ayni şekilde Hz. Ömer’in hilafet vazifesinin başlangıcında dile getirdiği şu sözleri de devlet başkanının asıl vazifesinin hukuku uygulamak olduğunu ortaya koymaktadır: “Bize düşen ancak Allah’ın emrettiğini size emretmek, Allah’ın yasakladığını size yasaklamak ve Allah’ın hükümlerini uzak yakın herkese uygulamaktır.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 16/164)

Hz. Ömer’in Ebû Musa el-Eş’ari’ye yazdığı mektupta kullandığı şu ifadeler ise hukuk devletinin en önemli gereklerinden bir diğeri olan yargı önünde eşitlik ilkesini ifade etmektedir: “(Duruşmada) bakışlarınla, taraflara verdiğin yerle ve adaletinle insanlara eşit davran ki toplumda mevki sahibi olan kişi kendisini kayırabileceğin beklentisine kapılmasın, zayıf olan kişi de adaletinden ümit kesmesin.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübra, 10/229) Esasında Hz. Ömer’in bu sözleri Allah Resûlü’nün şu hadisinin farklı ifadelerle teyit edilmesinden ibarettir: “Sizden biri halk arasında hüküm vermekle görevlendirildiğinde onlara tavrıyla, işaretiyle ve oturuşuyla eşit davranmalı, (başka bir rivayette) sesini hasımlardan yalnız birine karşı yükseltmemelidir.” (Dârekutnî, Sünen, 5/365-366)

Hz. Ömer, hâkimlere yaptığı adalet ve eşitlik tavsiyesine kendisi de sıkı sıkıya riayet etmiştir. Mesela bir gün Übey b. Kâ’b, ihtilafa düştükleri bir meseleden ötürü Hz. Ömer’i Zeyd b. Sabit’e dava eder. Aralarında hüküm vermesi için beraberce Hz. Zeyd’in evine giderler. Hz. Zeyd, halife olduğunu göz önünde bulundurarak Hz. Ömer’e daha iyi bir yer gösterir. Bunun üzerine Hz. Ömer, onun bu davranışıyla adaletten saptığını söyleyerek davacının yanına oturur. Arkasından davalı olması hasebiyle Hz. Ömer’in yemin etmesi gerekir. Hz. Zeyd, Übey’den halifeyi yeminden muaf tutmasını rica etse de Hz. Ömer bunu da reddeder ve yemin eder. Arkasından da, “Vallahi halife Hz. Ömer ile sıradan bir vatandaşı eşit tutmadığı sürece bir daha Zeyd’e dava götürülmemelidir.” der. (Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra, 10/230)

Son bir misal de Hz. Ali’den verelim. O, halife olduğu dönemde devesinden zırhını düşürür. Bu zırhı da bir Yahudi alır. Zırhını onun elinde gören Hz. Ali, Yahudi’nin zırh üzerinde mülkiyet iddia etmesi üzerine onu Kadı Şureyh’e dava eder. Kadı Şureyh iddia sahibi olması hasebiyle Hz. Ali’den şahit ister. O da kölesi ve oğlunu çağırır. Fakat Kadı Şureyh oğlunun babası lehine şahitliğini caiz görmediğinden onun yerine başka bir şahit bulmasını talep eder. Bulamayınca da zırhın Yahudiye ait olduğu hükmünü verir. Devlet başkanının kendisiyle birlikte bir hâkimin huzuruna çıkmasına ve sonra da halife tarafından tayin edilen bir hâkimin onun aleyhine hüküm vermesine çok şaşıran Yahudi zırhını Hz. Ali’ye iade eder ve Müslüman olur. Hz. Ali de zırhı tekrar ona hediye eder. (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 4/140)

İslâm tarihinde devlet başkanıyla sıradan bir vatandaşın aynı mahkemede eşit şartlarda hâkim huzuruna çıkması ve duruma göre halifenin haksız bulunması gibi örneklerin sayısı hiç de az değildir. Nitekim İslâm tarihinde kurulan ve üst bir mahkeme olan mezalim mahkemelerinin en önemli görevlerinden birisi, yürütmenin hukuka aykırı kararlarıyla ve yetkilerini kötüye kullanan idarecilerle ilgili davalara bakmaktı. Osmanlı’da ise Divan-ı Hümayun bu görevi devam ettirmiştir.

Yasama Faaliyeti ve Hukukun Üstünlüğü

Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesiyle ilgili en önemli konularından birisi mevcut yasaların kaynağı ve niteliğidir. Zira söz konusu yasaların geçerliliklerini ve icra yetkilerini hangi kaynaktan alacakları ve bunların ne tür özelliklere sahip olacakları konusu, hukukun üstünlüğüyle hedeflenen adalet, eşitlik, güvenlik ve sosyal barış gibi değerlerin gerçekleşmesiyle doğrudan alâkalıdır. Daha açık bir ifadeyle yöneticilerin bir şekilde yasama faaliyetini tekeline aldığı, keyiflerine göre kanunlar yaptığı ve bu kanunlarla da vatandaşların temel hakları yerine kendi çıkarlarını korumaya çalıştığı bir devlette hukukun üstünlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Bunun için çıkarılan kanunların her şeyden önce adil, hakkaniyetli, eşit, objektif, evrensel ve insan fıtratına uygun olması gerekir.

Hukukun üstünlüğü ilkesinin en önemli hedefinin devlet gücünü sınırlama ve devletin bütün icraatlarını hukukilik esasına bağlama olduğunu ifade etmiştik. Fakat bu düşüncenin kendi içinde çok önemli çıkmazları barındırdığı da bir gerçektir. Öncelikle hukuk normu koyma yetkisini elinde tutan devletin, harfiyen kendi koyduğu kurallara uymasını beklemek çok nahif bir beklentidir. Dahası anayasayı ve yasaları belirleme gücünü elinde tutan devletin temel hak ve özgürlükleri koruma altına alan adil yasalar yapmasının teminatı nedir? Devletin adil ve demokrat olmayan yasalar yapmasını kim önleyecektir? İktidar sahiplerinin kanun yaparken veya mevcut kanunları değiştirirken kendi çıkarlarını gözetmelerine mâni olacak dinamikler nelerdir? Adil yasaların yapılması için bir güvence olarak görülen anayasanın adil olup olmadığı nasıl bilinecektir?

Modern devlet, “İktidar iktidarı durdurur.” mantığıyla yasama, yürütme ve yargı organları arasında güçler ayrılığı prensibini benimseyerek, Anayasa mahkemesini kurarak, yasamayı da yargısal denetime tâbi tutarak yasama alanındaki suiistimalleri önlemeye yönelik bir kısım tedbirler almaya çalışmıştır. Acaba bunlar yeterli midir?

Bunların yanı sıra şu sorular da akla gelmektedir: Netice itibarıyla toplumun diğer fertleriyle eşit konumda olan bazı şahısların kanun yapma yetkisiyle donatılarak başkalarının hayat tarzlarını belirlemesi, onlar için bir kısım emir ve yasaklar koyması ne kadar adildir? İnsanların, hata yapma, zaaflarına yenik düşme ve çıkarlarını gözetme gibi bir kısım noksanlarla kuşatılmış kanun yapıcıların iradelerine boyun eğmesi onları köleleştirmez mi? Dahası acaba hukuk değişik çağlarda ve toplumlarda mevcut olan egemen sınıfın kendi çıkarları istikametinde halkı denetlediği ve yönettiği bir enstrüman mıdır?

Bazı hukukçular ve siyaset felsefecileri bu gibi çıkmazları bertaraf etme adına fertlerin doğuştan bir kısım dokunulmaz haklara ve özgürlüklere sahip olduğunu, bu hakların devletin varlığından önce mevcut olduğunu ve devletin bu haklarla sınırlanması gerektiğini iddia eden tabii hukuk anlayışına dayanmaya çalışmışlardır. Zira tabii hukuk savunucularına göre insanların sahip oldukları bu dokunulmaz ve temel haklar, devlet iktidarının aşamayacağı sınırları tayin eder ve onun için bir çerçeve oluşturur.

Bazı hukukçular ise hukukun kaynağını toplumsal gerçeklikte aramak suretiyle yasama problemiyle ilgili dile getirdiğimiz söz konusu açmazlardan kurtulmaya çalışmışlardır. Onlara göre devletin yapmış olduğu faaliyet, zaten toplum fertleri arasında mevcut bulunan örf ve teamüllerin yasalaştırılmasından ibarettir. Farklı bir tabirle hukuk devletten bağımsız olarak toplum fertlerinin bilinçlerinde kendiliğinden meydana gelir ve bu hukuk devleti de bağlar. Onlar hukuka devlet iradesinin dışında bir temel bulmak suretiyle, hukuku yöneticilerin keyfi kararlarından kurtarmaya çalışmışlardır.

İslâm hukukçuları ise bu tür seküler yöntemlerin ve hukukî teorilerin devletin, iktidar gücünü keyfi biçimde kullanmasını önlemede yetersiz kalacağını, bu tür nazari bilgilerin olduğu gibi teoriye yansımasının çok güç olduğunu ifade etmişlerdir. Onlara göre sınırlı bir akla ve ilme sahip olan, dış etkilere açık bulunan, arzu ve heveslerinin baskısından kurtulamayan insanoğlunun, fertlerin haklarını koruyacak, her türlü ihtiyacına cevap verecek ve dengeli bir toplum hayatı oluşturacak adaletli kanunlar yapabilmesi çok zordur. İnsanı, iç derinlikleri, maddî-manevî ihtiyaçları, başkalarıyla kuracağı münasebetler itibarıyla en iyi bilen O’nun Yaratıcısıdır. Bu açıdan İslâm’da gerçek anlamıyla teşri kuvvetinin Allah’a ait olduğu ifade edilmiştir.

İslâm tarihine göz atıldığında İslâm’ın bidayetinden itibaren uzun asırlar boyunca yasama faaliyetinin hep sivil âlimler tarafından yürütüldüğü görülecektir. Farklı bir tabirle İslâm hukuku, müçtehitlerin devletten bağımsız olarak icra ettikleri ilmî çalışmaların bir neticesi olarak vücut bulmuştur. Özellikle İslâm’ın ilk dönemlerinde iktidar sahiplerine karşı mesafeli duran ve bağımsızlığını koruyan ulemanın en önemli hedefi, Allah’ın iradesine uygun içtihatlar ortaya koymak olmuştur. Yasama faaliyetinde ne devlet başkanının ne de daha başka idarecilerin bir müdahalesi ve rolü olmuştur. Bu yönüyle İslâm’da devletin hukuk vaz etmesi mevzubahis değildir; bilâkis hukuk, devleti oluşturur. Daha doğrusu devlet, meşruiyetini hukuktan alır. Wael b. Hallaq’ın The Impossible State kitabında detaylı olarak üzerinde durduğu üzere İslâm hukukunun bu yönü, modern devlet anlayışına oldukça yabancıdır.

Elbette “müçtehit” vasfını haiz olmaları durumunda yöneticiler de hukukun oluşmasına katkıda bulunacaklardır. Fakat kanun koyma hiçbir şekilde onların tekeline bırakılmamıştır. Zira devletin görevi kanun yapmak değil, mevcut kanunları adaletli bir şekilde tatbik etmekten ibaret görülmüştür. Teşri faaliyetinin devletin dışında gelişmesi ve bu alanda âlimlerin söz sahibi olması, devlet otoritesini temsil eden şahısların hukuku kendi isteklerine uydurma girişimlerine karşı bir çeşit teminat olmuştur. Devletin bizzat değer belirleyici olma yerine sivil toplum tarafından üretilen değerlerin koruyucusu olması, iktidar sahipleri ile halk arasındaki gerginlik ve çatışmaların son bulması adına oldukça önemlidir.

Bununla birlikte işin tabiatı gereği devletin, özellikle idare, siyaset ve ekonomi gibi alanlarda bir kısım düzenlemeler yapabileceği İslâm hukukçuları tarafından da kabul edilmiştir. Nitekim Osmanlı’da ortaya çıkan “örfi hukuk” da bu ihtiyacın bir neticesidir. Fakat bu düzenlemelerin bir taraftan İslâm’ın temel ilkelerine ve ruhuna aykırı olmaması, diğer yandan da kamu yararına uygun olması gerektiği söylenmiştir. İslâm hukukçuları bunu, “Raiyye üzerine tasarruf, maslahata (kamu yararının sağlanmasına) menuttur.” şeklindeki fıkıh kaidesiyle ifade etmişlerdir. Aynı zamanda bu kaide, hukukun üstünlüğü ilkesinin de veciz bir ifadesidir.

Müçtehitlerin hüküm vaz etme adına yapmış oldukları iş ise öncelikli olarak Kur’ân ve Sünnet naslarını anlama, yorumlama, onlardan hüküm çıkarma, hükmü naslarda yer almayan meseleleri ise nasların ışığında çözüme kavuşturmaktan ibarettir. Bu yönüyle İslâm’da yasama faaliyeti temel itibarıyla vahiy kaynaklıdır. Bununla birlikte fukahanın hem hukukun korumayı hedeflediği ana maksatları dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması olarak ifade etmesi, hem de yasama faaliyetine yön vermesi açısından ısrarla örf, maruf, maslahat, istihsan ve adalet gibi kavramlar üzerinde durmaları da İslâm’ın insana, akla ve toplumsal telakkilere ne kadar ehemmiyet verdiğini göstermektedir.

Bütün bunların yanında İslâmî hükümlerin taalluk alanının sadece bu dünyadan ibaret olmaması, Müslümanların ahirette de söz konusu hükümlere uyup uymadıklarından hesaba çekilecek olmaları onlar nazarında hukuk kurallarını daha ehemmiyetli hale getirmektedir. Yani hukuka muhalefet edenler için maddî ve dünyevî müeyyidelerin yanı sıra uhrevî ve manevî müeyyidelerin de bulunması kanunlara uyma adına vicdanları da harekete geçirmektedir. Bu konuda yöneticiyle yönetilenler arasında da hiçbir fark yoktur.

Toplumsal Şuurlanma

Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü mefhumlarının oturması ve fonksiyonel hâle gelmesi adına toplumsal şuurlanmanın oluşmasının, fertlerde hukuk bilincinin kökleşmesinin, temel hak ve özgürlüklerin kıymetini bilmelerinin çok önemli olduğunu da ifade etmek gerekir. Halkın, hukuka bağlı kalmanın, devletin zulüm ve haksızlıkları karşısında en büyük güvence olduğunu bildiği, hukukun üstünlüğünü insanca bir hayat yaşamanın olmazsa olmaz şartı gördüğü bir ülkede yöneticilerin halk üzerinde tahakküm kurması çok daha zorlaşacaktır. Bütün bunların yanında yurttaşların, hukukun üstünlüğünün ekonomik hayatla da çok sıkı bir irtibatının olduğunu, hukuk güvenliğinin ve istikrarın olmadığı bir ülkede yatırımların da riske gireceğini, belirsizlik ve öngörüsüzlük yüzünden teşebbüs ruhunun öleceğini bilmeleri de onları hukukun üstünlüğüne karşı daha duyarlı hale getirecektir.

Halkın hukukun önemi hakkında bilinçlendiği ve farkındalığının arttığı böyle bir ülkede ise yöneticilerin hukuk dışı keyfi muamelelerine sessiz kalınmayacak, onların zulüm ve haksızlıklarına göz yumulmayacak, hak ve özgürlükler cesurca savunulacaktır. Böyle kamusal bir denetimin olduğu bir ülkede ise hukukun sözü geçmeye başlayacak ve devlet her geçen gün daha da şeffaflaşacaktır.

Son olarak şunu ifade etmek gerekir ki günümüzde Batılı devletlerin siyasi, iktisadî ve içtimaî hayatlarında önemli mesafeler katetmelerinin en önemli sebeplerinden birisi devlet yönetiminde hukuku üstün kılmaları olduğu gibi, İslâm dünyasının bir kısım despot ve diktatörlerin pençesinde inim inim inlemesinin, her yerde zulüm ve hak ihlalleri yaşanmasının ve neredeyse hayatın her alanında ciddi bir geri kalmışlığın hâkim olmasının en önemli sebebi de hukukun üstünlüğünün yerini üstünlerin hukukunun almasıdır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Bu kadar kısa yazı olur mu kardeşim..
    Yazılarınızı biraz daha uzun yazın ki, bilgimiz artsın.
    Lütfen çok daha uzun yazılarınızı bekliyoruz…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin