Hâkim Bey! Allah da senin kalemini kırsın!

YORUM | OSMAN ERTÜRK

Bazı anlar vardır ki unutulmamalı, tarihe not düşülmelidir. Nesiller boyunca bu ibretlik haller hatırlanmalı ki ders alınsın. Sonradan görenler “Bu da olmuş mu ya?” desin. İçinde bulunduğumuz ifritten dönemde de numune binlerce hadise oluyor desek abartı olmaz. Benimde şahit olduğum onlarca örnek var. Bunlardan biri de İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde, bir duruşma esnasında yaşanılan isyan haliydi.

Hatırlarsınız, yaklaşık altı yıl önce bir Ramazan günü, sahur vaktinde yüzden fazla polis gözaltına alınmış, bir kısmı tutuklanmıştı. Bayrama denk gelen günlerde, sorgu süreci bitirilemediği için bir grup polis de serbest bırakılmıştı. Çok geçmeden bırakılan polislerin tekrar peşine düşmüşler, yakalama kararı çıkarmışlardı. Bu polislerden biri de İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şube Müdürü Ömer Köse’ydi.

Günler sonra teslim olduğunda takvimler 20 Ağustos 2014 tarihini göstermektedir. Duruşması ibretlik bir vakıaydı. Gözlemci avukat olarak izleyici sıralarında duruşmayı takip etmiştim. Öğlen saat iki sularında adliyeye gelerek teslim olan Köse’nin sorgusu akşam 8’e kadar sürmüştü. Sorguyu yapan nöbetçi Sulh Ceza Hâkimi Recep Uyanık’tı. İlk defa görmüştüm onu.  Bu hâkim sulh cezalara sonradan atanmış, diğerlerine nazaran vicdansızca bir kararına denk gelmemiştim. Genelde büyük kararlı dosyaları sistemin kadrolu hâkimlerine veriyorlar, işi şansa bırakmıyorlardı. Dönemin kadrolu hâkimlerden serbest kalmanız mümkün değildi.

Üç avukat meslektaşım savundu Ömer müdürü. Av. Kemal Şimşek, Av. Ömer Turanlı, Av. Sıddık Filiz mahkeme salonunda mesleklerinin hakkını vermek için çırpınıyorlardı. O sahur operasyonlarında gördüğüm en etkileyici savunmalarını sergilediler. Ağızlarından bal damlar gibi hukuki argümanlar dökülüyordu. Belki de  mahkeme duvarları da dikkat kesilmiş bu resitali seyrediyordu. Gösterdikleri Yargıtay kararları, doktrindeki görüşlere hâkimiyetleri, ortaya koydukları deliller, “İşte bu kadar olur.” denecek cinstendi. Belki de birçok sorguya girdikleri için suçlama konularında profesyonel olmuşlar, savunmaları otomatikleşmişti.

Ömer Köse’nin ifadesi ve avukatların detaylı beyanları yaklaşık 7-8 saat sürdü. Tüm sorular ve konular ayrıntılı olarak değerlendirildi. Savunma adına bir duruşmada olması gereken her şey fazlasıyla yapıldı. En son olarak hâkim, avukatlara tekrar dönüp “Ekleyeceğiniz bir şey var mı?” diyerek son sözlerini talep etti. Avukatlar son eklemeleri yaptıktan sonra hâkim karar için süre talep etti. Savunma yapacağını yapmıştı artık. Hep beraber mahkeme salonundan dışarı çıktık. Salonun önünde oturup ne karar çıkacağını değerlendirmeye başladık.

Hakkaniyetli karar, Ömer Köse’nin serbest bırakılmasıydı. En kötü ihtimal adli kontrol şartıyla bırakılması olabilirdi belki de.  Avukatları ümitliydi. Hâkimi etkilediklerini, serbest bırakılmanın uygun bir karar olduğunu düşünüyorlardı. Delil olmayan bir dosyada hâkim başka ne karar verebilirdi ki?

Yaklaşık yarım saatlik heyecanlı bekleyişi mübaşirin sesi böldü. “Avukat beyler, buyurun, hakim bey kararını tefhim edecek.” diye bizleri salona davet etti. Ömer müdürü alıp çıkabilecek miydik o salondan? Yoksa çekindiğimiz karar mı verilecekti? Bilmiyorduk. Birazdan görecektik. Herkes salondaki yerini aldı. Heyecan üst seviyelere çıkmıştı artık. Hâkim de kürsüdeki yerine oturdu. Hakimin hemen önünde katibi, tam karşısında Ömer Köse, Köse’nin hemen arkasında da ben oturuyordum. Üç avukat da hakimin sol tarafında yerlerini almıştı. Hakime yakın sandalyede Av. Ömer Turanlı, ortada Av. Kemal Şimşek, diğer başta da Av. Sıddık Filiz vardı. Salonda karar sessizliği ve merakın oluşturduğu kurşun ağırlığı herkesin üzerine çökmüş gibiydi. Tüm yargılamalarda en çok beklenilen zaman, insanın içini kıpır kıpır eden anlar yaşanmaktaydı. Karar vaktiydi.

Bende yerimden ortamı gözlüyor, insanların ruh halini sezmeye çalışıyordum. Bir taraftan hâkime, diğer taraftan meslektaşlarıma bakıyor, hemen önümde duran Ömer müdürün nefes alış verişini duyabiliyordum. Hâkimin yüzündeki endişe, duruşundaki tedirginlik gözlerden kaçmıyordu. Sesinin titremesi, ilerleyen dakikalarda farkına varacağımız tuhaf halin sinyali gibiydi. Yaşanılan duygu seli içinde karar okunmaya başladı. Yaklaşık iki-üç dakikalık okuma sonrasında, biz avukatların en nefret ettiği, hele de algı operasyonlarından sonra daha da sevimsiz hale gelen “Tutuklanmasına” kelimesi duyuldu. Evet, hâkim “Tutuklanmasına” demişti. Hiç istenilmeyen, kalbi daraltan sevimsiz kelime duyulmuştu. Ömer Köse tutuklanacaktı. Böyle bomboş dosyada tutuklanma olur muydu hiç? Serbest bırakılma münasip olandı. Herkeste derin bir hayal kırıklığı, üzüntü oluştu.

Tutuklanma kelimesini duyunca avukat arkadaşlar ayağa fırlayıp “Hakim Bey, bu dosyada tutuklanmayı gerektirecek bir delil var mı? Siz dik duramazsanız kim dik duracak Allah aşkına? Verdiğiniz karara siz de inanmıyorsunuz” diye haykırırken, hâkimin yüzünü, karşısında olduğum halde göremiyordum. Nerdeyse masanın altına girecekti. O kadar ezik, belki de yaptığı haksızlığın bilincinde bir haldi bu. Yüzü, utancından kıpkırmızıydı. Nasıl bir portre vardı karşımızda? Hukuk adına üzüntü duyulacak, kahredici bir gündü. Verdiği karara kendisinin de inanmadığı, yüzünü yerden kaldırıp bir kelam etmemesinden belliydi. Öyle değil mi? Salondaki herkes size bir şeyler söylerken, “Hayır öyle değil. Bu doğru bir karardır” dersiniz. Dik durur, hiç yoktan bir kelime sarf edersiniz. Yok, bir kelime bile söyleyemedi. Mahkeme salonundaki bu durum yaklaşık 10 dakika kadar sürdü. Hâkim hiç gözlerini yerden kaldıramadı, avukatları dinledi. Kararın örnekleri print ediliyor, bir taraftan da usulü imzalar atılıyordu.

Sonlara yaklaştığımız anlaşılıyordu. Dışarı çıkacağımız, hazırlıkların bittiği anlardı. Herkes eteğindeki taşı dökmüş, söyleyeceğini söylemişti. Hâkimde sessizliği, yüzünün kızarıklığı ile yerini almıştı bu fotoğrafta.

Salonda bir tek kişi sessiz sessiz olan biteni takip ediyordu. Önümde duran Ömer Köse’den başkası değildi bu. İçinde fırtınalar kopuyordu belki ama dışa yansıyan bir şey olmadı o hengâmede. Yılların polis müdürü, teröristin, hırsızın korkulu rüyası, vesayet odaklarının belalısı, demir parmaklıkların ardına gidecekti sükûnetle. Bir yanlışlık vardı bu işte. Teslim olurken kameralara yansıyan, o salına salına yürüyüş,  yakışıklı dik duran adam portresi, kafası önde bir tutuklanma ile mi veda edecekti? Olamazdı böyle bir son.

O sessiz adam, sona yaklaştığımız anlarda birden hareketlendi. Ayağa kalktı. En uygun anı kolluyordu demek ki. Tok bir sesle, hâkim bey diyerek; salondaki havayı bir anda dağıttı ve dikkatleri kendisine çekti. Günün mağdur kişisi oydu nihayetinde. Son noktayı koymak onun hakkıydı belki de. Herkes oradan evine, ailesinin yanına giderken, o demir parmaklıkların arkasına gidecekti. Hâkimi muhatap alan ses, dakikalarca yüzü yerde olan hâkim Recep Uyanık’ın kafasını kaldırmasına yetti. Hiç yüzünü yerden kaldırmayan adam, bir anda tutukladığı adamla göz göze geldi. Yüzündeki utanma ve stresin verdiği kızarma karşıdan apaçık görülür oldu. Herkesin gözü Ömer müdürün üstündeydi. Ne söyleyecekti acaba.

Siniri her kelimesine işleyen, içindeki fırtınayı durduramadığı hal şu sözlerle mahkeme salonunun duvarlarında yankılandı. “Hakim Bey! O şerefli cübbenin içinde, bu milletin sana verdiği görevi yaparken, delili olmayan böyle boş bir dosyada, avukatlarımın anlatıp hakikati gösterdiği halde, o kürsüdeki halinden açıkça anlaşılan, inanmadığın, içine sinmeyen böyle bir kararı verdiğin için, Allah da senin kalemini kırsın!” dedi.Allah da senin kalemini kırsın!” derken sesin tonu bir derece daha artmış ve hiç beklenilmeyen haykırış salonda soğuk duş etkisi yapmıştı. Saatlerce sessiz sakin duran polis müdürü artık daha fazla içindeki volkanı zapt edemedi demek ki! Bir mahkeme salonunda “Allah’ta senin kalemini kırsın” sözü,  bir insana denilebilecek en ağır beddua olsa gerekti. Haklıydı tabii. Yirmi yıldan fazla gece gündüz demeden çalışan, biz huzurlu uyuyalım diye hayatını ortaya koyan bir adam tutuklanıyordu. En kötüsü de, dosyasında hiçbir delil olmadan bunun yapılmasıydı. Sabırlı ve vefalı insanların üzerine çıkmış tepinen bir zalim güruha ne yapılabilirdi ki başka? En doğrusu, onları Allah’a havale etmek değil miydi?

Evet, bizde Ömer müdür gibi diyelim. Allah, onların kalemlerini kırsın. Evet kırsın! Bizim gücümüz yetmedi, yetmiyor bu zalimlerle baş etmeye. Ne hukuk bilinci, ne evrensel normlar, ne ahlaki değerleri var bu zalim güruhun. Bunlardan hiçbiri olmayınca kavganın da bir kuralı olmuyor. Bebekleri, hamile kadınları, yaşlıları, hastaları tutuklayıp hücrelerde katleden bu Yezit nesliyle eşit şartlarda bir mücadele mümkün olmuyor. Bu zavallıları, O’na havale etmek en güzeli. Hukuk terörü estirip, mazlum insanların çocuklarına, eşlerine zulmeden bu vicdansızların kalemlerini tez elden kırsın mevla. Bizde o günleri en yakın zamanda görelim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin