Dünyadaki yeni buhranın en çetin sınavı

Yorum | Ekrem Dumanlı

Dünya artık yeni bir evrede. Seçilmiş diktatör kavramı hemen her ülkede endişe kaynağı. Sandıklardan çıkan sonuçlar, Batılı ülkeleri diken üstünde yaşatıyor. Avrupa ve Amerika’yı çepeçevre saran yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve bu çerçevede yeniden gündeme gelen aşırı milliyetçi ya da ırkçı söylemler yeni bir döneme girdiğimizin habercisi.

Avrupa’daki seçimlerin neredeyse hepsinden bu aşırı milliyetçi partilerin güçlenerek çıkması, endişeleri haklı kıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölümüne sebep olan aşırı milliyetçiliğin kimi zaman hortlama emaresi gösterdiği öteden beri biliniyor. Ancak dönemsel ve anlık sinirli tepkilerin daha genel bir psikolojiye büründüğünden artık hiç kimsenin kuşkusu yok.

İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkışı ile ilgili sebep ne olursa olsun, herkes biliyor ki buradaki toplumsal dinamiğin ana damarını yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve milliyetçi yaklaşımlar oluşturmakta. Almanya’da yapılan bölgesel ya da genel her seçim Alman Şansölyesi Angela Merkel’in koltuğunu biraz daha sarsıyor.

Amerika’daki 2016 Başkanlık Seçimleri’ni Donald Trump’ın kazanması dünyadaki bütün liberal ve demokratları hayal kırıklığına uğrattı. Başta ciddiye alınmayan ve medyatik bir popülizm olarak görülerek entelektüeller tarafından pek de ciddiye alınmayan bu dip dalga, aslında milliyetçi söylemlerin yükselmesiydi. Bu nedenle seçim sonuçları ortaya çıkınca şok oldu herkes. Şimdi Trump meydanlarda kendini milliyetçi olarak tanımlıyor ve tabanını galeyana getirerek onların karşılıksız desteğini istiyor.

BU SÖYLEMLERİN YÜKSELİŞİ TESADÜF MÜ? 

Dünyanın dört bir yanında örneklerine rastlanan yeni lider tipi bir tesadüf olabilir mi? Seçmenlerin popüler milliyetçiliğe ve yabancı düşmanlığına bu kadar prim vermesi sadece bir rastlantı mı?

Kuşku yok ki dünya yeni bir süreçten geçiyor. Nasıl ulus-devlet modeli kendi içinde bir takım evreler doğurdu ve o ortam kendine uygun bir siyasal sistem ürettiyse, bugünkü toplumsal tepkiler de siyaseti başka bir sahile sürüklüyor.

Globalizm Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından yeni bir politik atmosfer oluşturmuştu. İleri teknoloji ve gelişmiş iletişim araçları sınırları alt üst etmiş, ulus-devlet modelini temelden sarsmıştı. Bilginin dolaşım ve paylaşım serbestliği, iletişimin engel tanımayan yeni formatları ulus-devlet söylemindeki kutsamaları da boşa çıkardı. Dünya kimine göre küçük bir köy olmuş, kimine göre daraltılmış bir markete dönüşmüş, kimine göreyse kompakt bir kültür sunar hâle gelmişti.

Ne var ki globalizm bir demokratikleşme hamlesi içinde gelir adaleti sağlamak şöyle dursun, o eski bildik travmayı tekrardan körükledi: Zengin daha zengin, fakir daha fakir olmayı sürdürdü. Yolsuzluk da işin cabası. Üstelik bu sefer ekonomi sadece zati değeri olan varlıklar üzerinden yükselmiyordu. Bazen dijital değerler, bazen de kavramsal köpürtmeler sanal bir gerçeklik oluşturmuştu. Borsa göstergelerinde parıltılı rakamlar hâlâ dursa da, bütçe bilançolarında şaşaalı yükselişler grafiklere yansısa da, çevrede kalan mahrumiyet içindeki zümrelerin merkezdeki zengin kitlelere bir hınç duymaya başladığında kuşku yoktu. Maalesef dünyanın o en eski kurallarından biri yine kendini gösterdi: Merkezdeki mutlu kitle, tabandaki sancıyı, kuşkuyu ve öfkeyi anlayamadı.

Suriye ve Irak başta olmak üzere savaşa gark olmuş ülkelerden dünyaya yayılan zarurî göçlerin makul bir izahı yapılamayıp, bu sığınmacı insanların Batılı toplumlara entegrasyonu da sağlanamayınca, göçmen akınları bir çeşit günah keçisine dönüştürüldü. Kendi ekmeğini, dışarıdan gelen ve üretime, topluma hiçbir katkı sağlamadığı vehmedilen bu insanlara kaptırdığını düşünen öfkeli bir kalabalık vardı şimdi. Ve o kitlelerin hümanist bir yaklaşım ortaya koyması sosyal realitelere uymuyordu.

Göçmen krizleri olmasaydı, milliyetçi söylemler sandıklardan zaferle (kısmen de olsa) çıkmayacak mıydı? Göçmen krizleri aslında işin bahanesiydi. Asıl etken global sistemin kendilerine dayattığı bu sürece ayak uyduramayan, bu durumdan mağdur olduğunu düşünen zümrelerin varlığıydı ve onların sığınabileceği en kestirme liman milliyetçilikti. Onlara göre liberal demokratlar ülkeyi iyi yönetemiyor, sorunları çözemiyordu ve savunmasız kalan ülke değerlerinin yeniden ihyası gerekliydi.

Bütün bu zincirleme reaksiyonu körükleyen bir başka faktör daha var: Terörizm. Hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği bir mekânda, yani kendi şehirlerinde karşısına çıkan bu korkunç tehlike derin bir korkuya dönüştü Batılılar için. Kadın, yaşlı, çocuk ayırmaksızın yapılan vahşi eylemler o klasik savaşlara benzemiyordu. Aşırı milliyetçi söylemler vahşi terör saldırılarına karşı bir sığınak gibi göründü topluma. Terörist eylemcileri bir kimliğe (daha çok Müslüman kimliğine) büründürmek ve insanları topluca suçlu ilan etmekse kolayına geldi. Oysa o vahşilere karşı Müslüman çoğunluğun da mücadele ettiği bilgisine ulaşabilirdi. Bu iletişimsizlikte hem Batı’daki devlet ve kanaat önderlerinin hatası vardı, hem de Müslüman grupların. Müslüman önderlerin büyük çoğunluğu Arap-İsrail sorununu da bahane ederek terörizme karşı net duruş sergileyemedi. Hatta bazı ülkelerin politik liderleri radikal teröre yardım etmeyi, en azından ona göz yummayı tercih etti. Halbuki terör dehşeti sadece bir endişe doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda kitleleri aşırı milliyetçiliğin hatta faşizmin kucağına itiyordu. Gerisi kolaydı ırkçılar için: Günah keçisi nasıl olsa hazır bekliyor, mağduriyet hikâyesi üzerinden yeni bir çıkış belirmişti.

YENİ BİR MODEL: PUTİNİZM

Mesele sadece Batı’daki tezahürlerden ibaret değil. Dünya genelinde yükselen bir siyasî trendle karşı karşıyayız. Bunun sebeplerinden birisi de Rusya’daki gelişmeler. Hatırlanacağı üzere, Soğuk Savaş döneminin enkazı çöken Rus toplumu ile sembolize edilmişti. Sovyetler Birliği paramparça olmuş, komünizm çözülmüştü. Globalizm zafer şarkılarını Sovyet Rusya’nın enkazı üzerinde söyledi. Ne var ki zaman için Vladimir Putin bu küllerin üzerinde yeni bir Rusya kurdu. Batılı liderler ise buradaki dönüşümü anlamakta geç kaldı. Putin zaman içinde hem ülkesine hâkim oldu hem de vaktiyle Sovyetler’den kopan ülkelerde eski hakimiyetini aratmayacak bir güce ulaştı. Petrol ve doğal gaz imkânını iyi kullanan Putin, gücünü ve meşruiyetini sandıktan, seçimden alıyordu ama bu Batı’daki anlamıyla bir sandık değildi.

Onca eleştiriye rağmen Putin’in başarısı, bazı yarı demokratik ülkelerdeki parti liderlerine ilham kaynağı oldu. Seçimle meşruiyet kazanan, sandıkla gelen, seçmen tabanına dayanan ama ihtiyaç duyduğunda devlet gücünü, medyayı, yargıyı dilediği gibi yönlendiren bir prototip üretmişti Putin. Bu tavrın Rus halkında bir karşılığı olsa gerek ki destek de görüyordu.

Açık söylemem gerekirse, Tayyip Erdoğan’ın ilham kaynağı olan model de buydu. Seçimle gelmek, halkın önemli bir kısmının desteğini almak ve tek adam rejimi bina ederek “devleti kutsamak.” Erdoğan’ın atladığı gerçek ise şu: Türkiye, Rusya değil. Ne petrolü var, ne doğal gazı. Ayrıca uzun bir zamandan beri Batı ile yakın ekonomik ve siyasi ilişkilere sahip Türkiye. Üstelik Türkiye’deki parlamenter sistem arayışları ta 1876’ya dayanıyor. Padişahlık döneminde iki kez parlamenter sistemi deneyen Türkiye, 1950’den beri çok partili hayatı tecrübe ediyor. 1839’daki Tanzimat Fermanı’ndan bu yana bir anayasa arayışı olan bir Türkiye’den bahsediyoruz.

Yani? Türkiye’nin siyasi kültürü ve ekonomik gerçekliği Rusya ile örtüşmüyor. Bu duruma rağmen Erdoğan orta sınıflara umut vaat ederek ve Batı’ya kafa tutuyor görüntüsü vererek kitleleri yanına çekti. Kendi şahsında edindiği serveti örtbas edebilmek için daha sert söylemlerle dünyaya da kafa tutuyor imajı kurguladı. Bu sahte kahramanlık modeli dünyada bir mana ifade etmese bile ezilmişlik ve yenilmişlik psikolojisinden çıkmaya çalışan Türk seçmenlerde bir heyecana sebep oldu. Erdoğan’ın Almanya’ya, Amerika’ya, İsrail’e, Fransa’ya meydan okuyor havasında attığı nutukların tamamı iç politika ile ilgilidir ve oy devşirmek içindir. Erdoğan gayet iyi biliyor ki Türkiye, jeopolitik gerçekliği yüzünden hiç kimsenin vazgeçemeyeceği bir ülke. Önce bağırıp çağırması, sonra hiçbir şey olmamış gibi dünya liderleriyle bir araya gelmesi hem popülizmin bir gereği hem de içeride yürüttüğü faşist uygulamaları perdelemek içindir.

Her politik dönem, kendi lider tipini doğurur. Bu dönemde liderlerin az çok birbirine benzemesi toplumsal tepkilerden ve taleplerden bağımsız düşünülemez. Venezüella’daki lider tipiyle Türkiye’dekinin örtüşmesi ve bunların Batı’da da belli karşılıklarının olması tesadüf değil.

Dünya yeni bir süreci, acıyla, panikle ve endişeyle yaşıyor. Bu süreci yorumlayan entelektüel endişeler ve söylemler kızgın kitleleri yeni bir maceradan alıkoyabilecek derinlikte değil maalesef. Bununla birlikte şundan emin olmak lazım ki, kitleler karşılaşabilecekleri riskleri kitaptan öğrenmek yerine bizzat yaşamayı ve nasıl bir maceraya sürükleneceğini görmeyi arzuluyor. Aklı başında insanların tehlikeyi en anlaşılır dille anlatmayı sürdürmesi gerekli. Ancak asıl merak edilense şu: Bir uçtan diğerine savrulma riski taşıyan dünyamız nasıl bir buhranlı dönemden geçtiğini öğrendiğinde iş işten geçmiş olacak mı?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Cok guzel bir analiz olmus, elinize saglik.Sizin yazilarinizi daha cok gormek isteriz. Sadece sizden istirhamim: profil fotografinizi degistirmeniz. Nedense profil fotografinda gulen birilerini gormek beni rahatsiz ediyor. Belki baskalarini da rahatsiz ediyordur. Ozellikle bu zamanda. Abuk bir cehreye gerek yok ama huzun ve ciddiyet dolu bir fotograf daha iyi olur bence.
    Yazinin konusu ile ilgili bazi yorumlarim su sekilde:
    – Hem insanin hem de toplumun yapisi bozulmaya daha yatkin. Tahribin kolayligi, cazibesi, etkisi.. gibi nedenler ile de birlesince negatif gibi gorunen davranislara sasirmamak gerekiyor.
    Peki bu kadar kolay, etkili, cazibeli ve toplum zaaflarina hitap eden bir canavara karsi yapilacak seyler etkili olabilir mi?
    Bence cok zor. Genelde atilan adimlar cok ciliz kaliyor ve cazibe uyandirmiyor.
    Ama cok ciddi ve cazibeli islah hareketleri ortaya cikabilir ve saglam adimlar ile ayakta kalabilirse cok buyuk ihtimalle tahribin etkisi zayif olur diye dusunuyorum.
    Bu yuzden okumus ve aydin insanlarin guc birligi yapmasi gerekir.
    Genel temayul su sekilde olur: Hangi fikir-hareket saglam ve cazip ise toplumun buyuk kismi ondan etkilenir.
    Sonuc olarak: negatif seylerin oldugu, hizlica yayildigi ve gelecegi ciddi olarak tehdit ettigi cok acik bir gercek. Ama karamsarliga dusmeden dunya capinda bir cazibe-birliktelik olusturabilme hususlarina kafa yorulmasi lazim diye dusunuyorum.
    Saygilarimla…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin