Devlet yönetiminde adalet

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

İslâm’ın devlet yönetimiyle ilgili vaz etmiş olduğu en temel ilkeler nelerdir, diye sorulacak olsa, herhalde bunun cevabı, adalet, şura ve hukukun üstünlüğü olurdu. Hatta şura ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin de nihai amacının adaleti gerçekleştirmek olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, bu konudaki ana ilkenin adalet olduğu ortaya çıkacaktır.

Dahası “Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitab’ı ve ölçüyü indirdik.” (Hadîd, 57/25) âyetinin de işaret ettiği üzere adaletin gerçekleştirilmesi, ilahî dinlerin ana maksadını oluşturmuştur. (Bkz. İbn Kayyim, et-Turuku’l-hükmiyye, 1/31) Farklı bir ifadeyle “yeryüzünün halifesi” olarak yaratılan insanın (el-En’âm, 6/165), hilafet vazifesinin asıl maksadı, yeryüzünde adaleti hâkim kılabilmektir.

Burada kastedilen adalet, ne tabii hukuk ekolünün savunduğu gibi sadece doğa kanunlarına uygun hareket etmek ne de 19. asır pozitivist hukuk ekolünün anladığı üzere sadece yasalara uymaktan ibarettir. Modern dönemlerde yaşayan Batılı hukukçu ve filozoflar adaleti sadece hukuk ve hukuk felsefesinin bir konusu olarak ele alsalar da gerçekte böyle bir yaklaşım onun alanını oldukça daraltma demektir.

Hatta siyasal ve toplumsal alandaki bütün kararların adalet ilkesine dayanması gerektiğini ileri süren, adaleti toplumsal kurumların ilk erdemi olarak ortaya koyan ve bir arada yaşamanın getirdiği problemlerin ancak adalet ile çözüme kavuşturulabileceğini ifade eden John Rawls ile Aristotelesçi geleneği esas alarak erdemlere vurgu yapan, etik teorilerin temelleri üzerinde duran ve adaletin de her geleneğin oluşturduğu gerçeklik ve değerlere göre şekilleneceğini savunan Alasdair McIntyre’nin yaklaşımları da dar ve sınırlıdır.

Aynı şekilde adaleti bir eşitlik olarak gören, onun en büyük özelliği olarak karşıtlılık ilkesine vurgu yapan, onu mutluluk olarak tanımlayan, bireysel özgürlüğün garantörü olarak gören, onun ahde vefadan ibaret olduğunu dile getiren, adaletin bireyselliğine vurgu yapan vs. tanımlar da adalet fikrinin üzerinde yükseldiği temel düşünceye işaret etmesi açısından önemli olsa da bunların tek başlarına adaleti karşılamaları mümkün değildir.

Adaletin Anlamı ve Kapsamı

Aslı itibarıyla Arapça bir kelime olan adaletin pek çok sözlük anlamına yer verilmiştir. Bütün bu tanımları beş anlamın etrafında toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi eşitlik ve denkliği gerçekleştirerek her türlü ayrımcılıktan sakınmak, ikincisi hakka riayet ederek zulme girmemek, üçüncüsü ahenk ve düzeni sağlayarak fitne ve fesadın önüne geçmek, dördüncüsü söz ve davranışlarda istikamet ve dürüstlüğü esas alarak fısk u fücurun her çeşidinden uzak durmak, beşincisi ise itidal ve orta yolu terk etmeyerek her türlü aşırılıktan (ifrat ve tefritten) kaçınmaktır.

Adaletin öne çıkan terim anlamlarını ise herkese hak ettiği ve layık olduğu şeyi vermek, haklara hürmet ve riayet etmek, her şeyi yerli yerine koymak, haklıya hakkını suçluya cezasını vermek şeklinde ifade edebiliriz. Adaletin mana ve mahiyetinin tam olarak anlaşılabilmesi için onun sözlük ve terim anlamlarının birlikte ele alınıp değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.

Kur’ân-ı Kerim, “mizan” ve “kıst” kelimelerini de adaletle aynı veya yakın anlamda kullanmış, otuzun üzerinde âyet-i kerimede adaleti emretmiş ve yüzün üzerindeki âyet-i kerimede de mü’minleri zulüm, aşırılık, taşkınlık ve bozgunculuktan men etmiştir.

Konu etrafında dönen âyet-i kerimelere bakılacak olursa adalet ve zulmün çok geniş bir çerçevede ele alındığı görülecektir. Bu âyet-i kerimelerde her şeyden önce Allah’ın Âdil-i Mutlak olduğu, kullarına zerre miktarı zulmetmediği ve ahirette kulları arasında mutlak adaleti gerçekleştireceği vurgulanarak adaletin İlahî bir vasıf olduğuna dikkat çekilmiştir. Bunun yanında onlarca âyet-i kerimede kâinattan verilen misallerle her bir varlığın nasıl hassas bir denge üzerinde yaratıldığı ve nasıl eşsiz bir nizama sahip olduğu gözler önüne serilerek âdeta toplum yaşamında da bu denge ve ahengin yakalanması gerektiğine işaret edilmiştir.

Öte yandan âyet-i kerimelerde adaletin emredildiği ve zulmün yasaklandığı konuların; konuşmaktan tavır ve davranışlara, ölçü tartıdan ticarî ilişkilere, şahitlik yapmaktan taraflar arasında hüküm vermeye, aile hayatından beşerî münasebetlere, cezalandırmadan yönetime, savaş ahkâmından uluslararası ilişkilere, itikattan ahlâka kadar oldukça geniş bir yelpazeye sahip olduğu görülmektedir. Buna göre Allah’a ortak koşmak veya O’nu vasfederken teşbih ve tecsime (Allah’a beşerî özellikler atfetme) kaymak büyük bir zulüm olduğu gibi, yalan söylemek veya gıybet etmek de büyük bir zulümdür.

Adaletin genel bir çerçevesini çizme ve onun daha iyi anlaşılmasını sağlama adına bu genel izahlarla iktifa ederek, şimdi asıl konumuz olan devlet yönetiminde adalete geçmek istiyoruz.

Devlet Yönetiminde Adalet

Hak ve özgürlüklerin muhafaza edilmesi, her türlü insan hakkı ihlâlinin toplumdan bertaraf edilmesi, güçlülerin zayıfları ezmesinin önüne geçilmesi, suçlulara hak ettikleri cezaların verilmesi, kanun önünde herkesin eşit olması, vazifelerin liyakate göre dağıtılması gelir ve kazançlarda herkese fırsat eşitliğinin sunulması, bütün vatandaşların devlet imkânlarından eşit şekilde faydalanması adaletin sosyal ve siyasî hayattaki en başta gelen tezahürleridir. Bir devletin adil olup olmadığı da bunlara bakarak anlaşılabilir.

Yukarıda da ifade edildiği üzere adaleti sağlamak bir devletin en başta gelen görevi ve hatta varlık sebebidir. Zira insanların devlete ihtiyaç duymalarının en temel sebebi, haklarını elde edebilmek, koruyabilmek, kaybettiklerinde de geri alabilmektir. Otorite ve müeyyideler olmadan bunun sağlanması ise mümkün değildir. Bu sebeple gerçek anlamıyla adaletin ayakta tutulabilmesi bir devletin varlığına bağlıdır ve onun en temel vazifesidir. Nitekim Hz. Ömer de adaletin mülkün temeli olduğunu ifade etmiştir.

İlk dönem Yunan filozoflarından İslâm ulemasına kadar konuyla ilgili eser yazan bütün düşünürler de devletin temeline adaleti yerleştirmişlerdir. Mesela Platon bir devleti iyi yönetmenin ancak adalete riayetle mümkün olacağını ifade ederken, Aristoteles de devlette amaçlanan en yüksek iyiliğin adalet olduğunu belirtmiştir. Aynı şekilde Augustinus ve Thomas Aquinas gibi filozoflar da adaleti bütün erdemlerin özü ve esası olarak görmüş ve devletin ilk ve ana ödevinin adaleti sağlamak olduğunu ifade etmişlerdir.

Yunan filozoflarının adaletle ilgili izahlarının açıkça izlerinin görüldüğü Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi İslam filozofları da adaleti bir taraftan iffet, şecaat ve hikmet gibi erdemlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkacak bütünleyici bir erdem olarak ortaya koyarken, diğer yandan da mutluluğa ulaşmanın yolunun adil bir devletten geçtiğini ifade etmişlerdir. Daha farklı bir ifadeyle onlar, siyasetin erdem ve ahlak üzerinde yükselmesi ve bunun neticesinde de adaletin tesis edilmesi gerektiğini ifade etmişler ve bunu hükümdarın en temel görevi olarak görmüşlerdir. Onların adil devlet vurguları, siyaset felsefelerinin temel bir niteliği olarak ortaya çıkmaktadır.

İmam Gazzali ile Maverdî’nin yanı sıra Nizamülmülk ve Koçi Bey gibi Siyasetname yazarları da bu istikamette önemli izahlarda bulunmuşlardır. Mesela Maverdi’ye göre adaletsizliğin meydana getireceği tahribat başka hiçbir olumsuzlukla kıyaslanamadığından, kamu düzenini bozan ondan daha büyük bir tehlike yoktur. (Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 138) Aynı şekilde Koçi Bey, “Küfür ile dünya durur, zulüm ile durmaz.” sözünü naklettikten sonra ömrünün uzun olmasını isteyen hükümdarlara adaletli olmayı tavsiye etmiştir. (Koçi Bey Risalesi, s. 47)

Evet, adalet ahlakta ve hukukta üst bir ilke olduğu gibi siyaset ve yönetimde de üst ilkedir. Zira hak, özgürlük, eşitlik gibi pek çok değerin korunması ona bağlıdır. Aynı şekilde bir devletin “hukuk devleti” ve “sosyal devlet” vasfını kazanabilmesi de ancak adaleti ayakta tutmasıyla mümkün olur. Kâinattaki bütün varlıklar adaletle yani ölçülü yaratılışları ve ahenkli hareketleriyle tamlık ve mükemmellik kazandığı gibi, sosyal ve siyasi düzenin kemale ulaşması da ancak adaletle mümkün olur.

Günümüzde adalet sadece yargı alanına sıkışıp kalmış olsa da esasında onun yanında yasama ve yürütme organlarının da kendisinden beklenilen fonksiyonu tam olarak eda edebilmeleri, eksiksiz ve tavizsiz bir şekilde adaleti gerçekleştirmelerine bağlıdır. Biraz daha açacak olursak bir devletin çıkardığı kanunlar adil olmalı, hâkimler var güçleriyle adaleti sağlamaya çalışmalı ve yöneticiler de bütün icraatlarında adaleti gözetmeliler ki devlet mekanizması, düzenli ve ahenkli bir şekilde işlemeye devam edebilsin.

Devletin Bekasının Teminatı

Adaletin mahiyetini, yani ona temel niteliğini veren özün ne olduğunu tespit etmek çok zor olsa ve bu konuda bir hayli tartışma bulunsa da hemen herkes tarafından onun önem ve ehemmiyeti üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Zira o, bütün insanlığın temel bir ihtiyacıdır. Dinin yanında akıl, vicdan ve fıtratın da talep ettiği bir değerdir. Asırlardır kitleler, büyük bir arzu ve iştiyakla hep onu aramış ve onun arkasından koşmuşlardır. Çünkü adalet, insanca yaşama imkânlarını elde etmenin, mutlu ve erdemli bir hayat yaşamanın, güven ve huzur ortamını sağlamanın en öncelikli şartıdır. Adaletin olmadığı bir toplumda zulüm ve haksızlıklar baş gösterecek, kargaşa ve kaos hâkim olacaktır. Böyle bir düzen ise zamanla bozulacak, yozlaşacak ve yıkılacaktır.

Kur’ân’da yer alan “Zalimler yakın bir gelecekte nasıl bir değişimle devrilip gideceklerini görüp bileceklerdir.” (eş-Şuarâ, 26/227), “Ahalisi ıslahçı ve hukuka riayetkâr olduğu sürece senin Rabbin o beldeleri helâk edecek değildir.” (Hûd, 11/117), “Biz ahalisi kendini zulme salmış karyelerden başkasını helâk etmeyiz.” (el-Kasas, 28/59), “Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (el-Bakara, 2/258), “Biz zulme gömülmüş nice kentleri kırıp geçirdik de, sonra onların yerine başka milletler yarattık.” (el-Enbiyâ, 21/11) şeklindeki âyet-i kerimeler adaletten sapan ve zulme dalan toplumların yıkılıp gitmesinin bir sünnetullah (Allah’ın değişmeyen bir kanunu) olduğunu göstermektedir.

Adaletin hâkim olduğu bir toplumda herkes onun nimetlerinden istifade edeceği gibi, onun kaybedildiği bir toplumda ise artık hiç kimsenin can ve mal güvenliği kalmayacaktır. İnsanlar arasında korku, tedirginlik ve güvensizlik hâkim hale gelecek, sağlıklı düşünebilme yetisi kaybolacaktır. Böyle bir toplumda zenginlerin ve güçlülerin sözü geçecek, kanunlar sadece zayıflara uygulanacak, asayiş bozulacak, suçlar artacak, keyfî uygulamalar baş gösterecek ve ortaya çıkan bu olumsuzluklar dalga dalga bütün bir toplumu etkisi altına alacaktır. Hatta zulüm ve sömürüyle ayakta kalmaya çalışan güç ve servet sahipleri de bir gün gelecek kendi elleriyle inşa ettikleri zulüm kasırlarının altında kalacak ve ezilip gideceklerdir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s) bir hadislerinde Allah’ın zalime mehil üstüne mehil vereceğini, fakat bir kere de onu derdest etti mi artık onun iflahını keseceğini ifade buyurmuştur. (Buharî, Tefsiru sûre (11) 5)

Çünkü adalet, Hakk’ı ve halkı memnun etmenin, toplumsal barışı sağlamanın, insanlar arasında sevgi, saygı, dayanışma ve paylaşma gibi erdemleri hâkim kılmanın, refah içinde yaşamanın ve ülkeleri mamur hâle getirmenin en kestirme ve en emin yolu olduğu gibi, zulüm de bütün bu değerlerin temeline yerleştirilmiş bir dinamit gibidir. Bu itibarladır ki yöneticiler âdil ve hakperest oldukları nispette geleceklerini teminat altına almış, zulüm ve haksızlıklara bulaştıkları oranda da dünyevî ve uhrevî istikballerini tehlikeye atmış olacaklardır.

İstisnasız Olarak Yerine Getirilmesi Gereken Temel İlke

Adalet, dinî ve dünyevî vazifelerin yerine getirilmesinde, toplum düzeninin sağlanmasında ve İslâm’ın kutsal saydığı hakların ikame edilmesinde anahtar bir role sahip olduğu için Kur’ân, herkese karşı, her halükârda ve ne pahasına olursa olsun adaletin tatbik edilmesini emretmiştir. Mesela şu âyet-i kerimede hasım ve düşman olarak görülen kimselere karşı dahi adaletten ayrılmama emredilmiştir: “Ey iman edenler! Hak’tan yana olun ve her işinizde adaleti gerçekleştirmeye çalışın. Her zaman adaletin şahitleri ve temsilcileri olmaya bakın. Herhangi bir zümreye karşı içinizde hissettiğiniz kin ve nefret sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil davranın. Zira takvaya en yakın davranış budur.” (el-Mâide, 5/8)

Nisa sûresinde yer alan şu âyet-i kerimede ise anne-baba aleyhine bir netice doğuracak bile olsa, yine de adalete bağlı kalınması emredilmektedir: “Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın.” (en-Nisa, 4/135)

Yukarıdaki âyetlerin yanı sıra Yüce Allah, zayıflar ve yetimler hakkında adaletin gözetilmesini emrederek insan nefsinin suiistimal edebileceği kapıları kapatmış (en-Nisa, 4/127), mü’minlere akrabaları aleyhinde dahi olsa söyledikleri sözlerde adaletten ayrılmamalarını emretmiş (el-En’âm, 6/152) ve “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adaleti gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (el-Mümtehine, 60/8) âyetiyle mü’minlerin din ve inanç ayrımı yapmaksızın herkese karşı âdil olmalarını emretmiştir. Mâide suresinde yer alan, “Şayet (Yahudilerin getirdiği davalarla ilgili) hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adilleri sever.” (el-Mâide, 5/41) âyeti de aynı noktaya işaret etmektedir.

Bütün bunlar da göstermektedir ki adaletin ihlâl edilmesinin hiçbir gerekçesi ve hiçbir istisnası olamaz/olmamalıdır. Bilakis o, savaşta-barışta, dosta-düşmana karşı riayet edilmesi gereken, göz ardı edilmesi ve ötelenmesi mümkün olmayan ilahî bir ölçüdür.

Çünkü her adaletsizlik beraberinde hak ihlalini getirecektir. Hak ise -bu ister doğuştan gelen tabii hak isterse sonradan kazanılan müktesep hak olsun- İslâm nazarında kutsal sayılmıştır. “İnsanların haklarından bir şeyi kısmayın.” (eş-Şuara, 183), ayetinin yanı sıra Efendimiz’in malı uğrunda öldürülen kimsenin şehit olacağını ifade etmesi (Tirmizî, diyât 22), işçiye alnının teri kurumadan önce hakkının verilmesini emretmesi (İbn Mâce, ruhûn 4) veya ahirette kul haklarının ancak hak sahibinin helal etmesiyle affedileceği (Buhari, rikâk 48) istikametindeki ifadeleri buna işaret etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de ısrarla üzerinde durulan ve tekitle emredilen hükümlere bakıldığında, bunların genel itibarıyla nefse ağır gelen ve suiistimal edilmeye açık olan meseleler olduğu görülecektir. Kolay gibi görünse de adaletin sağlanması gerçekte çok zordur; önünde menfaat düşkünlüğü, heva ve heveslere uyma gibi bir kısım engeller vardır. Bu yüzden Allah Teâlâ, “Sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın.” (en-Nisa, 4/135) şeklindeki beyanlarıyla bu tehlikeye dikkat çekmiş ve çok sayıda âyet-i kerimede mü’minlere ısrarla adil olmayı emretmiştir.

Sosyal Adalet

Burada kısaca sosyal adalet üzerinde durulması da faydalı olacaktır. Hiç şüphesiz sosyal adalet, Sanayi Devrimi sonrasında ortaya çıkan işsizlik, sefalet, kötü çalışma şartları, zayıfların sömürülmesi ve gelir dağılımındaki dengesizlik gibi problemlerin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Bundan sonradır ki sosyal haklar konuşulmaya başlanmış, eşitlik anlayışı üzerinde durulmuş, bireyler toplumun birer üyesi olarak ele alınmış ve bir kısım düzenlemelerle sosyal adalet sağlanmaya çalışılmıştır. Ne var ki bireysel özgürlükleri öne çıkaran bazı Batılı düşünürler sosyal adalete temelden karşı çıkarken, onu savunanlar da genel itibarıyla onun ne anlama geldiği ve nasıl gerçekleştirileceği hakkında farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.

Bilindiği üzere eşitlik kavramı, Fransız İhtilaliyle birlikte en önemli modern değerlerden biri haline gelmiştir. Ne var ki o, kanunlar karşısında herkesin aynı konumda olması veya herkese aynı fırsatların sunulması gibi anlamları itibarıyla adaletin önemli bir gereği sayılsa da, bazı durumlarda haksızlık ve adaletsizliğin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Eşit yurttaşlık ve homojen toplum gibi modern söylemler, insanların ihtiyaç ve kabiliyetlerini hesaba katmadığı için adaleti gerçekleştiremez. Zira Yüce Allah, bir kısım hikmetlere binaen insanları farklı yeteneklerde yaratmış, onların servet ve kazançlarının da farklı olmasını murat buyurmuştur. (Bkz. el-En’âm, 6/165, ez-Zuhruf, 43/32)

Bu açıdan sosyal adalette asıl olan salt aritmetik bir eşitlikten ziyade bireylerin ihtiyaçlarını, yetenek ve kabiliyetlerini, özel durumlarını dikkate alan orantılı bir eşitliğin, yani toplumsal bir dengenin kurulmasıdır. Aristoteles bu hakikati, “Eşitlere eşit, eşit olmayanlara farklı muamele edilmelidir.” sözüyle ifade etmiştir.

Aynı şekilde ilk defa Aristoteles tarafından yapılan ve günümüze kadar geçerliliğini koruyan denkleştirici ve dağıtıcı adalet ayrımı da eşitlik ve adalet arasındaki ilişkiyi anlama adına önemli bir ölçüdür. Denkleştirici adalet daha ziyade hak kavramıyla ilişkili olup hukukî ilişkilerde bütün tarafların eşit muamele görmesini ifade eder. Dağıtıcı adalet ise bir toplumdaki imkânların ve servetin insanların yeteneklerine ve toplum içindeki statülerine göre bölüştürülmesini ifade eder.

Meseleyi biraz daha açacak olursak esasında sosyal adalet, bir taraftan bütün vatandaşlara eşit çalışma imkânları ve fırsat eşitliği sunarken, diğer yandan fakirlerin veya yaşlı, yetim ve dul gibi zayıfların korunmasını öngörür. Hiç şüphesiz İslâm, bunu gerçekleştirmeye matuf çok sayıda ahkâm vaz etmiştir. O bir taraftan zekât, nafaka yükümlülüğü, kurban, kefaretler ve fıtır sadakası gibi hükümleriyle toplum fertleri arasında müthiş bir paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma düşüncesini geliştirmiş, diğer yandan da faiz, ihtikâr, rüşvet, gasp, hırsızlık, kumar, alışverişte hile gibi haksız kazanç yollarını yasaklamak suretiyle bu düşünceyi baltalayabilecek vesileleri ortadan kaldırmıştır.

Bütün bunların yanında âyet ve hadislerde bencil ve cimri insanların yerilmesine mukabil cömert ve diğerkâm insan tipinin öne çıkarılması; fedakârlık ve îsâr ruhunun (başkalarını kendine tercih etme) teşvik edilmesi; akrabalara iyilik yapma, komşuluk haklarını gözetme ve misafire ikramda bulunma gibi erdemlerin temel bir mü’min ahlâkı olarak vazedilmesi; temelini naslardan alan vakıfların İslâm kültürünün ayrılmaz bir parçası hâline gelmesi ve toplumda ciddi bir boşluk doldurması; vakıfların yanı sıra bütün İslâm beldelerinin aşevleri, yetimhaneler ve kervansaraylar gibi yardım kuruluşlarıyla donatılması gibi hâdiseler de göstermektedir ki İslâm pek çok hüküm ve uygulamasıyla sosyal adaleti gerçekleştirecek potansiyele sahiptir. Yeter ki Müslümanlar tarafından bu potansiyel yerinde kullanılsın ve doğru değerlendirilebilsin.

Adaletin Ölçüsü ve Kaynağı

Adaletle ilgili belki de en fazla tartışma konusu olan mesele, herhangi bir davranışın, yasanın veya yargı kararının adil olup olmadığının hangi ölçü ve kriterlere göre tespit edileceği; farklı bir ifadeyle adaletin kaynağının ne olduğudur.

İlim adamları, benimsedikleri felsefe, hukuk ekolü veya ideolojiye göre bu konuda farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Bazıları adil olanı belirleme yetkisinin iktidarı elinde bulunduran kimselere, bazıları da tüm vatandaşlara ait olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tabii hukuk ekolüne mensup olanlar adaletin kaynağı olarak doğa kanunlarını, pozitivist hukukçular ise cari hukuk kurallarını göstermişlerdir.

Aynı şekilde bazıları rasyonel-bilimsel yollarla adil olana ulaşılabileceğini iddia ederken, daha başkaları “hak” kavramının merkeze alınarak adaletin tespit edilebileceğini ileri sürmüştür. Bütün bunların yanında Hans Kelsen gibi mutlak adaleti irrasyonel bir idealden ibaret gören ve adaletin bilinebilirliğini insanlığın ebedî yanılsaması olarak gören kimseler de vardır.

Adaletin ölçüsü olarak yukarıdaki görüşlerin hangisi esas alınırsa alınsın, mesele sübjektiflikten kurtulamayacaktır. Hatta bazen birilerinin adil olarak gördüğü hükümler başkaları tarafından zulüm olarak görülecektir. Zira neticede bütün bu görüşlerin ana mihverinde insan aklı bulunmaktadır. Aklın hükümlerinin adil olup olmadığını test edecek daha üst bir otorite ve ölçü ise yoktur. Kaldı ki aklı da içinde neşet ettiği kültür ortamının, dünya görüşünün ve toplumsal telakkilerin etkisinden bağımsız düşünmek mümkün değildir.

Bu açıdan akıl, pek çok hakikate ulaşmada önemli bir vesile olsa da o, vahiyle desteklenmediği sürece her zaman bir kısım hata ve yanılmalarla karşı karşıya kalabilir. İşte bu sebepledir ki İslâm ulemasına göre Allah, adaleti emretmekle kalmamış, onun nasıl gerçekleşeceğinin ölçü ve kurallarını da peygamberleri vasıtasıyla insanlığa bildirmiştir. Daha açık bir ifadeyle adalet, Kur’ân ve Sünnet hükümleriyle birlikte gözle görülür, elle tutulur somut bir mahiyet kazanmıştır.

Bunu bir misalle açıklayacak olursak, insan aklına göre devletin âli menfaatleri veya çoğunluğun selameti adına bazı fertlerin feda edilmesi doğru ve adil görülebilir. Hâlbuki Kur’ân, “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (el-Mâide, 5/32) beyanıyla böyle bir muamelenin nasıl korkunç bir zulüm olduğunu açık bir şekilde beyan etmiştir. Zira İslâm nazarında tek bir kişinin hayatıyla bütün insanların hayatı arasında bir fark yoktur.

İbn Kayyim, İbn Miskeveyh ve Nasîruddin et-Tusî gibi bazı âlimler açıkça adaletin kaynağının din olduğunu ifade etseler de genel itibarıyla İslâmî gelenekte bu mesele üzerinde çok durulmamıştır. Zira adaletin ancak ilahî iradeyi temsil eden Kitap ve Sünnet hükümlerine bağlı kalmakla gerçekleşeceği İslâm âlimlerince genel kabul görmüştür. Onlara göre naslarda ifadesini bulan her bir hüküm, adaletin formal bir biçime girmiş ve somutlaşmış bir örneğidir. Nitekim Muhammed Ebû Zehra, İslâmî hükümlerin tamamının adalet esası üzerine oturduğunu ifade etmiştir. (el-Mu’cizetu’l-kübrâ, s. 456)

Bu itibarladır ki İslâm uleması, adaleti gerçekleştirmek için nazarî bir kısım tartışmalara girme, teoriler geliştirme ve kaynak arayışlarına gitme yerine var güçleriyle Kur’ân ve Sünnet naslarını anlamaya çalışmışlardır. Onlar dilin bütün imkânlarını kullanarak naslarda yer alan hükümleri ortaya çıkarmaya, naslarda doğrudan yer almayan meseleleri ise naslardan elde ettikleri temel ilke ve prensiplerin ışığında çözüme kavuşturmaya çalışmışlardır. Ulema, ehli tarafından usulünce yapılmış bütün içtihatların murad-ı ilâhiyi yansıttığını düşündüğünden onların adil olup olmadığını sorgulama gereği duymamıştır. Dolayısıyla günümüz hukukçuları arasında önemli tartışma konusu olan yasaların adil olup olmadığının tespit edilmesi problemi, İslâm hukuk teorisinde ağırlığı bulunan bir mesele olmamıştır.

Adaleti Yayma ve Zulmü Engellemede Topluma Düşen Görev

Elbette adaletin ayakta tutulmasından öncelikli olarak idareciler sorumludur. Zira toplum düzeninin sağlanması, insanlar arasındaki ihtilafların çözüme kavuşturulması, suçluların cezalandırılması, hak ve görevlerin yerli yerince dağıtılması ancak âdil bir devlet düzeninde mümkün olur. Bu açıdan idarecilerin adil veya zalim olması sadece kendilerini değil, bütün bir toplumu etkiler.

Ne var ki gücü elinde bulunduranların onu hakkın emrine vermesi çok önemli olsa da bir o kadar da zordur. Çünkü güç ve iktidar potansiyel olarak yozlaştırıcıdır. Tarihte ve günümüzde iktidarı elde tutup da güç zehirlenmesi yaşamayan, şahsî çıkarlarını bir kenara bırakıp sadece halka hizmeti hedef edinen idareci sayısı çok da fazla olmamıştır.

İşte idarecilerin adaletli olması hem toplum adına büyük menfaatler sağladığı hem de çok zor olduğu için birçok hadiste özellikle adil yöneticiler methedilmiştir.  Mesela Peygamber Efendimiz (s.a.s) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelenecek yedi grup insanı sayarken ilk sırada adil yöneticiyi zikretmiştir. (Buharî, ezan 36) Velayeti altında olanlara karşı adil davrananların kıyamet gününde nurdan minberler üzerinde oturacakları (Müslim, imâre 18) ve mahşer yerinde Allah’ın lütuf ve himayesine mazhar olacakları da (Buhârî, edep, 36) nebevî beyanlar arasında yerini almıştır.

Şu hadis-i şerifte ise Efendimiz adil ve zalim sultanın ahiret günündeki durumunu resmetmiştir: “Kıyamet günü insanlar arasında Allah’a en sevgili ve en yakın olan kişi adil sultan; Allah’a en menfur ve O’ndan en uzak olan kişi ise zalim sultandır.” (Tirmizî, ahkâm, 4)

Ne var ki İslâm’da hak ve adaletin önemi, zulüm ve haddi aşmanın da çirkinliği öylesine vurgulanmıştır ki hiçbir mü’minin bu konuya kayıtsız kalması düşünülemez. Daha da önemlisi, adalet duygusu ve zulme engel olma çabası toplum fertlerine mâl olmadığı sürece içtimai ve siyasi hayatta istikametin korunabilmesi çok zordur. Allah Resûlü’nün, “Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz.” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, 6/22) hadisi de bunu anlatmaktadır. Zira genel itibarıyla idareciler de içinde neşet ettikleri toplumun ortak özelliklerini yansıtacaklardır.

Ayrıca toplum vicdanı, hakkı ikame etme ve zulmün her türlüsünü defetme adına hassasiyetini yitirmişse, böyle bir toplumun iktidar gücüyle ve kanunlarla ıslah edilebilmesi çok zordur. Bilakis böyle bir toplumun başına adil ve dürüst idareciler gelse bile, onlar da bir süre sonra bulundukları konumu suiistimal etmeye ve yozlaşmaya başlayacaklardır.

Buna karşılık, “Sizi adil (dengeli ve ölçülü) bir toplum kıldık.” (el-Bakara, 2/143) âyetine mutabık olarak eğer adalet duygusu toplum vicdanında canlı tutuluyor, kimliğine bakmadan bütün mazlum ve mağdurların yanında olunuyor ve yardımına koşuluyorsa, böyle bir toplumun başına müstebit ruhlu idareciler gelse bile, onlar içlerindeki bu istibdat duygusunu fiiliyata geçirme imkânı bulamayacaklardır. Buna teşebbüs etmeye çalıştıklarında da halkın ciddi tepkisiyle karşılaşacak ve geri adım atmak zorunda kalacaklardır.

İşte bu sebepledir ki Yüce Allah, “Çok az dahi olsa sakın zulmedenlere eğilim göstermeyin. Yoksa ateş size de dokunur.” (Hûd, 11/113) şeklinde kudsî beyanıyla mü’minleri ikaz ederken; Allah Resûlü (s.a.s) de pek çok sözüyle adalet duygusunu gönüllerde perçinlemeye, zulüm ve haksızlıklara karşı vicdanlarda bir tepki uyarmaya çalışmıştır. Mesela O, bir taraftan “Allahım, zulmetmekten, zulme uğramaktan, birinin hukukunu çiğnemekten, biri tarafından hukukumun çiğnenmesinden Sana sığınırım.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/191) şeklinde dualarıyla zulümden Allah’a sığınmayı salıklarken, diğer yandan fiilî olarak da zulme engel olunmasını emretmiştir. Örneğin bir hadislerinde hem mazlum hem de zalime yardım edilmesini emretmiş; sahabenin, zalime nasıl yardım edeceklerini sorması üzerine ise “Onun zulmüne engel olursun.” (Buhari, mezalim 5) cevabını vermiştir.

Ebû Dâvud’da geçen, “Şüphesiz insanlar zulmü gördükleri zaman, güçleri yettiği halde ona mâni olmazlarsa, Allah’ın azabının hepsi üzerine inmesi pek yakındır.” (Ebû Dâvud, melâhim 17) hadis-i şerifi ise zulme göz yummanın acı akıbetini gözler önüne sermiştir. Zulme sessiz kalmanın su-i akıbetine işaret eden diğer bir hadis-i şerif de şu şekildedir: “Ümmetim zalime, ‘Sen zalimsin!’ demekten korkmaya (yani zulme rıza göstermeye) başladığı takdirde artık onun varlığıyla yokluğu müsavidir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 11/73)

Hiç şüphesiz zulmüne engel olunacak kişiler sadece sıradan vatandaşlar değildir. Bilakis bu görev, yöneticilere kadar uzanmaktadır. Hatta yöneticilerin uyarılması ve ikaz edilmesi beraberinde bir kısım riskler taşıdığı için, Efendimiz tarafından bunun daha faziletli olduğu ifade edilmiştir: “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında adaleti dile getirmektir.” (Ebû Dâvud, melâhim 17) Aynı şekilde “Şehitlerin efendisi, Hamza b. Abdülmuttalib ile zalim bir yöneticiye emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker görevini yaptığı için öldürülen kişidir.” (Hâkim, el-Müstedrek, 3/215) hadisi de yöneticilerin zulmüne engel olmanın ne kadar hayatî bir görev olduğuna işaret etmektedir.

Allah Resûlü’nün sahabeden bir zata yapmış olduğu şu nasihatler de bütün mü’minler için çok önemli bir ölçüdür: “Ey Ka’b b. Ucre, seni, benden sonra gelecek (zalim) yöneticilere karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların kapılarına gider, onları yalanlarında tasdik eder ve zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim; ahirette havz-ı kevserin başında yanıma da gelemez. Kim onların kapısına gitmez, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa o bendendir, ben de ondanım; o kimse, havzın başında yanıma gelecektir.” (Tirmizî, salât 433)

Adalet ve İhsan

Son olarak şunu ifade etmek isteriz ki adalet, “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder. Çirkin işleri fenalık ve azgınlığı yasaklar. Düşünüp tutasınız diye Allah size öğüt verir.” (en-Nahl, 16/90) âyetinden de anlaşılacağı üzere bütün erdemlerin başıdır. Zira adaletin hâkim kılınmadığı bir yerde diğer ilke ve faziletlerden de söz edilemeyecektir. Fakat İslâm, sadece adaleti emretmekle kalmamış, bunun daha da ötesinde ihsanı (iyilik yapmayı), sabrı, af ve merhameti de tavsiye etmiştir.

Râğıb el-İsfehâni, yukarıdaki âyetten hareketle adaletin, iyilik yapana denk bir iyilikle, kötülük yapana da yaptığı kötülüğe denk bir kötülükle karşılık vermek olduğunu; ihsanın ise iyiliğe daha fazla iyilikle, kötülüğe ise daha az bir kötülükle mukabele etmek olduğunu ifade etmiştir. Mesela bir insanın borcunu vermesi veya alacağını istemesi adalettir; borcundan daha fazlasını vermesi veya alacağından daha azına razı olması ise ihsandır. (el-Müfredât, “hüsn” md.)

Biraz daha açacak olursak Nahl sûresinde yer alan, “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (en-Nahl, 16/126) âyet-i kerimesinde cezalarda adaletli olunması emredilmiş, fakat âyetin hemen devamında, “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” ifadeleriyle ihsan yolu gösterilmiştir. Aynı şekilde Yüce Allah boşama durumunda adil olan mehir miktarlarını tayin ettikten sonra, “Birbirinize lütuf ve mürüvvet göstermeyi unutmayın.” (el-Bakara, 2/237) buyurarak ihsanı tavsiye etmiştir. Keza “Yetimlerin haklarını vermekte tam adaleti gözetin.” (en-Nisâ, 4/127) ifadelerinden hemen sonra gelen, “Yaptığınız her iyiliği, Allah mutlaka bilir.” beyanı da adaletin de ötesinde iyilik ve ihsanda bulunmanın Allah katında çok daha makbul bir davranış tarzı olduğunu göstermektedir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin