YORUM | AHMET DÖNMEZ
“Bak, Brunellus adındaki şu at konusunda, izleri görünce birbirlerini tamamlayan ve birbirleriyle çelişen birçok varsayım yaptım: Kaçan bir at olabilirdi bu at; Başrahip bu güzel ata binip yamaçtan inmiş olabilirdi; kardaki izleri Brunellus adında bir at, çalılıktaki yelelerden kalma izleri de, bir gün önce Favellus adında bir başka at bırakmış olabilirdi; dallar da insanlar tarafından kırılmış olabilirdi. Kilerciyle hizmetçilerin telâş içinde atı aradıklarını görünceye değin hangi varsayımın doğru olduğunu bilmiyordum. Sonra Brunellus varsayımının biricik doğru varsayım olduğunu anladım ve rahiplere beklenmedik sorular yönelterek bunun doğruluğunu kanıtlamaya çalıştım. Haklı çıktım; ama yanılmış da olabilirdim; onlar benim akıllı olduğuma inandılar, çünkü kazanmıştım; ama kaybettiğim için aptal olduğum birçok durumu bilmiyorlardı; haklı çıkmamdan birkaç saniye önce yanılmadığımdan emin olmadığımı da bilmiyorlardı. Şimdi manastırdaki olaylarla ilgili birçok güzel varsayımım var, ama bunların hangisinin en iyi olduğunu söyleyebilmemi sağlayacak açık bir olgu yok elimde. Bu durumda, sonradan aptal durumuna düşmektense, şimdi zeki görünmekten vazgeçiyorum.”
“Ama öyleyse,” diye fikir yürütme yürekliliğini gösterdim, “Henüz çözümden uzaksınız…”
“Çok yakınım,” dedi William, “Ama hangisine yakın olduğumu bilmiyorum.”
“Öyleyse sorularınızın tek bir yanıtı yok.”
“Olsaydı, Paris’te tanrıbilim okuturdum, Adso.”
“Paris’te her zaman doğru yanıtı buluyorlar mı?”
“Hiçbir zaman,” dedi William, “Ama yanlışlarından çok eminler.”
“Ya siz?” dedim çocukça bir küstahlıkla. “Hiç yanlış yapmaz mısınız?”
“Sık sık,” diye yanıtladı. “Ama yalnızca bir yanlıştansa, birçok yanlış tasarlıyorum, böylece de hiçbir yanlışın tutsağı olmuyorum.”
****
Ölümsüz yazar Umberto Eco’nun Gülün Adı’nı henüz okumamış olanlar için yukarıdaki pasajın gizemini, okuyacakları kitaba bırakıyorum.
Okuyanlar ise zaten neden söz edildiğini hemen anımsayacaklardır.
Şu anda aynı zamanda bir sırrımı paylaşmış oluyorum sizinle. Yazılmış kitaplar içerisinde gazetecilik anlayışımı özetleyen bir bölüm varsa eğer, o da burasıdır. Hatta genel olarak hayat felsefemin önemli parçalarından birini de en güzel bu satırlar özetler.
İnançla ilgili kendime ait bazı tartışılmazlarım dışında hayatta her şeyin sorgulanabilir olduğunu, ve hatta yaşamın büyük bir bölümünün de gri alanlardan oluştuğunu düşünenlerdenim. Belki bu yüzden hayatı ‘siyah-beyaz’ ayrımında yaşayanlardan hiç hazzedememişimdir.
****
Hüseyin Korkmaz olayına devam edebilmek için neden bu kadar uzun bir girişe ihtiyaç duydum? Bir mahcubiyet yaşıyor ve onu da edebi bir kamuflajla telafi etmeye mi çalışıyorum? Hayır, işte tam da bu şekilde düşüneceklere peşin peşin cevap vermek için böyle bir yola başvurdum.
Çünkü yazı hayatımda buna benzer durumlara çok sık düştüm ve düşmeye devam edeceğim. Bu giriş, bütün bu benzer haller için okuyucuya benimle ilgili bir anahtar olsun istedim.
****
17 Aralık soruşturmasında görev alan eski komiser yardımcısı Hüseyin Korkmaz’ın Amerika’daki Hakan Atilla davasında tanık olması ile ilgili tartışma, benim için yeni bir boyut kazandı. Çünkü yeni bilgilere ulaştım.
Bu konuyla ilgili fikrimi daha önce iki bölümlük bir yazı dizisi ile ortaya koymuştum. Tartışmaya her iki açıdan da bakmaya çalışmış ve eldeki verilerle ‘eksilerin artılardan daha fazla olduğu’ gerekçesi ile bu tanıklığı doğru bulmadığımı ifade etmiştim. Yazıyı bitirirken de şu noktaya vurgu yapmıştım: “Daha nesi eksikti ki bu dosyanın? Hüseyin Korkmaz tanık olmasa ne eksilirdi? Ya da bu tanıklık neyi tamamlayacak? Bence bu meselede asıl kritik sorular bunlar.”
Gerçekten de bu noktanın hadisenin bam teli olduğunu, yukarıdaki sorulara verilecek cevapların, verilecek hükmün rengini de doğrudan değiştireceğini düşünüyordum.
Yani William’ın “kilerciyle hizmetçilerin telâş içinde atı aradıklarını görmesi” ile “görmemesi” arasındaki fark gibi… Her şeyi değiştirecek olan bu maddi veri olacaktır.
William, manastırdaki bir cinayeti araştırırken bütün ihtimalleri masada bulunduruyor, her birine eşit derecede yaklaşırken sadece eldeki somut göstergelerle ilerliyordu. Çömezi Adso, ‘nasıl oluyor da bir olayda her iki ihtimale de bu kadar ağırlık verdiğini’ sorduğunda, herhangi bir kesin hükme saplanıp kalmadan sadece gerçeğin peşinde gittiğini ve nihai karara varmasını sağlayacak kesin veriye ulaşana kadar da sabırla araştırmaya devam ettiğini anlatıyordu. Çünkü daha sonra öyle bir bilgiye, öyle bir somut veriye ulaşırsın ki soruşturmanın seyri baştan sona değişir.
****
Gazetecilik de bir nevi sorguculuktur. Bu nedenle geçen yazının sonunda sıraladığım o sorular üzerinden yürümeye ve cevap bulmaya karar verdim. Amerika’da yürüyen Hakan Atilla davasından somut bilgi alabilen kişilere ulaştım.
Şimdi elde ettiğim bu bilgileri yorumumu katmadan madde madde sizinle paylaşmak istiyorum:
1- Hüseyin Korkmaz, bundan 10 ay önce Amerika’da tanık sıfatı elde etti.
2- O sırada Reza Zarrab henüz itirafçı olmaya karar vermiş değildi.
3- Zannedilenin aksine Zarrab davasının içeriği boştu. Amerika’nın elinde çok fazla bir delil yoktu.
4- Korkmaz, “Ben bir taş atacağım ama atacağım bu taş ürküttüğüm kurbağaya değecek mi değmeyecek mi?” ayrımında iken dava dosyasının zayıflığı nedeniyle “Değecek” sonucuna vardı. Dolayısıyla onun tanıklığı ve masaya koyduğu deliller, davanın seyrini değiştirdi.
5-Korkmaz, bunu nereden biliyordu? Yani soruşturmanın içeriğinden haberdar mıydı ki dosyanın zayıflığını farketti? Evet. FBI ile yaptığı görüşmelerde, bu haliyle davanın boşa düşeceğini farketti ve tanık olma kararı aldı.
6-Reza Zarrab, FBI ile anlaşmalı olarak Amerika’ya gitmedi. Tutuklandıktan sonra da uzun süre Erdoğan’ın kendisini kurtaracağı ümidi ile tanıklığa yanaşmadı. Zarrab’ın yelkenlerini suya indiren, Hüseyin Korkmaz’ın sunduğu belgeler oldu. Savcılar bu belgeleri önüne koyduğunda, Reza daha fazla direnemedi.
7- Korkmaz ilk tanık olduğunda, Hakan Atilla da henüz tutuklanmış değildi.
8- Bu konudaki yanılgıların büyük bir bölümü Amerikan yargı sistemini tanımamaktan kaynaklanıyor. ABD’deki bir davada ‘gizli tanık’ olunamıyor. Her şey şeffaf bir şekilde ilerlemek zorunda. “Alın size belgeleri getirdim. Bunları yargılamada kullanın. Fakat ben tanık olmak istemiyorum” diyemiyorsunuz. Belgelerinizin kullanılmasını istiyorsanız, tanık olmayı da kabul etmek durumundasınız.
9- Daha sonra tanıklıktan vazgeçme hakkınız var. Fakat bu durumda sunduğunuz deliller de verdiğiniz bilgiler de geçerliliğini yitiriyor. İşte bu nedenle de Korkmaz, Reza itirafçı olduktan sonra “Artık bana gerek kalmadı. Reza nasıl olsa her şeyi anlatacak. Bu durumda benim tanıklığım faydadan çok zarar getirir. Türkiye’de algı operasyonlarına malzeme olur. Ben çekiliyorum” diyemedi.
10- FBI’ın ona ev tutmasının nedeni de şuydu: Hüseyin Korkmaz gibi ABD dışından gelip böyle bir davada tanıklık yapanların kendi başlarına ev tutmalarına müsaade edilmiyor. Tanıklığı kabul ettiği andan itibaren FBI’ın korumasına giriyor. Evi de kendisine FBI tutuyor. Bu mevzuattan kaynaklanan bir zorunluluk. Başka şansı yoktu yani.
11- 50 bin dolar meselesine gelince… Evet, Hüseyin Korkmaz istese bu parayı reddedebilirdi. Fakat bu sefer FBI’a, 3 senedir geliri olmayan ve Amerika gibi pahalı bir ülkede yaşamak zorunda olan işsiz bir insan olarak bu parayı neden reddettiğine dair makul bir izahat getirmek zorunda olacaktı. Burada da Türkiye’den yükselecek homurtuları göze alarak bir karar verdi.
****
Şimdi de bu bilgiler ışığında tekrar bir yorum yapmak istiyorum. Daha önceki yazılarımda, bu kararın insani ve bireysel bir boyutu olduğunu; bu açıdan bakıldığında da kimsenin Korkmaz’a bir şey diyemeyeceğini savunmuştum.
İtirazımın nedeni ise madalyonun diğer yüzündeki gerçeklerdi. Bu tanıklığın, davanın seyrine önemli bir etki yapmıyorsa Türkiye’deki algıları daha da pekiştirmekten ve kurbanların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramayacağı düşüncesiydi. Algı ve kurbanlarla ilgili durum değişmiş olmuyor. O nokta hala sabit. Bu açıdan eleştiriler hala geçerli.
Fakat dava ile ilgili manzara bütünüyle değişiyor. Artık buradan sonrası bir tercih meselesi.
Hüseyin Korkmaz şöyle bir yol ayrımında idi: Türkiye’de mali şube polisleri olarak tarihin görebileceği en sağlam, en delilli yolsuzluk operasyonunu yapıyorsunuz; hemen ertesinde görevden alınıyorsunuz; meslekten ihraç ediliyorsunuz; hapse atılıyorsunuz; soruşturmanın üzeri kapatılıyor; deliller yok edilmeye çalışılıyor; mahkemeler tamamen iktidarın bir genel başkan yardımcılığı makamına dönüştünülüyor; kendinizi savunma yollarınız bütünüyle tıkanıyor; aklanma fırsatı verilmiyor; sesinizi duyuracağınız hiç bir mecra bırakılmamış; ve 17 aydır yok yere hapis yattığınız davada bir gün tahliye oluyorsunuz… Önünüzde iki seçenek var: Bir; Türkiye’de tamamen açlığa ve yokluğa mahkum bir şekilde ‘hain’ sıfatı ile bir süre yaşamaya çalışacak ve er ya da geç tekrar hapse gireceksiniz. İki; Elinizdeki delilleri bir şekilde yurtdışına çıkararak haklılığınızı dünyaya ispat etmeye çalışacaksınız. Zaten her halükarda ‘hain’siniz. Bir şey değişmeyecek.
Ve Hüseyin Korkmaz ikinci yolu seçiyor.
Sonrasında da sadece gerçeğe hizmet ediyor. Mesela dava Hakan Atilla davası olmasına rağmen, “Hayır, Hakan Atilla hiç rüşvet almamıştır” diyor. Yani davanın tek tutuklu sanığının lehine tanıklık yapmış oluyor. Mesela jüri bu açıklamadan etkilenip Hakan Atilla lehine bir karar verebilir. Bu durumda da her şey terse dönebilir.
Elimizdeki bu bilgilerle bakacak olursak bu durumda Korkmaz’ın doğru bir karar verdiğini söyleyebiliriz.
Ulaşacağım yeni bilgileri paylaşmaya ve bu yeni veriler ışığında yeni analizler yapmaya devam edeceğim.
Seçim sonuçları ilan edilmeden önce, hemen bütün partilerin seçimden nasıl zaferle çıktıklarına ilişkin açıklamaları hazırdır. Hemen hepsi istatistiki yöntemlerle de olsa, nasıl başarılı olduklarını açıklarlar. Seçimi kaybedenler bile, hangi bölgelerde bir öncekinden daha çok oy aldıklarını, genç seçmenlerin ya da kadınların, kendilerine daha çok güvendiği vb söyleyerek taraftarlarını rahatlatırlar. Aslında seçimlere girerken “mutlaka kazanacaklarından” emin olan taraftarlar da zaten bu tip açıklamaları, baştan kabul etme eğilimindedirler. Reza Zarrap davası görüldü ve aslında bitti bile. Bu davanın taraflarından biri “hırsızlar çetesi ve yandaşlarıyken” diğeri “hakkın açığa çıkması taraftarlarıydı”. Artık her iki taraf da kazandığını açıklamaya hazır. Hakan Atilla’nın ceza alıp almaması önemli değil. ABD’li jüri, Banka Genel Müdür Yardımcılığı makamındaki birinin, “o bankada yapılan, hem de cari açığın % 15’ine tekabül edecek kadar büyük “bankacılık işlemlerine” ilişkin bilgisinin olup olmadığı konusunda hemfikir olamayabilirler. Türk insanı yaşadığı sosyal çevre şartları nedeniyle bunu daha iyi bilebilme imkanına sahip.
Davanın önemli sonuçlarından biri, Erdoğan AKP’sinin elinin zayıflamasıdır. Hırsızlığı, ABD mahkemeleri tarafından da tescillenen Bakanlar ve “Birinci Adam” hakkında daha çok sessiz kalınması gittikçe daha güç savunulabilir hale gelecektir. Rabbim bu dava vesilesiyle, AKP zulmüne karşı hala uyuyan, uykudan yeni kalkıp, uyku mahmurluğuyla ya da gözlerinin önündeki perdeler sebebiyle gerçeği bütün çıplaklığı ile göremeyen kardeşlerimiz için bir fırsat daha verdi. Bizzat Reislerinin “hayırsever işadamı” diye isimlendirdiği, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde -belki de- ilk ve son kez aynı anda iki Bakanın birlikte ödüllendirdiği birine karşı dönekliklerini açıkça gösterdi.
Hala inatla peşlerinden gitmeye devam edenler içinde, hidayet isteyenler, hidayete kabil olanlar varsa, biran önce hidayet etsin; yoksa yine O’na (CC) havale ediyoruz…
Sayin Dönmez
Görmezden geldiğiniz gerçek, FBI’in National Security Agency’nin Ankara Gölbaşı ve Istanbuldaki dinleme ve izleme merkezleri aracılığı ile 2006dan itibaren komiser yardımcısı gariban Korkmazin ve onun seflerinin topladığı kirintilarin yüzlerce katını arsivlemis olmasidır. “Der Spiegel 31 Ağustos 2014”. Korkmaz’ın rolü, bu bilgilerin toplanisinin yasadisiliginin, FBI’in omuzlarindan, gariban komiser yardımcısının omzuna aktarılmasıdır.