Haber-İnceleme | Naci Karadağ
Kavgam malum olduğu üzere Hitler’in kitabının ismidir. 2 ciltten oluşan çalışmayı Hitler 9 aylık hapishane hayatı esnasında kaleme almıştı. (Bizimkisi gibi şiir okuduğu için değil Birahane baskını dolayısıyla hapse girdi Führer! Gerçi o gün bu gündür tek satır bir şey okumamakla övünüyor ama neyse, mevzumuz bu değil)
Aslında herhangi bir tür kalıbına sokmak oldukça zordur Kavgam’ı. Belki bu kitabı en iyi “Politik tez” tabiri karşılar. Bu kitabın geliriyle aldığı fonlar karşılığı kendine mütevazı bir kulübecik kiralamıştı Hitler. Ev sahibinin dul eşine ayda 100 Mark ödüyordu. Sonradan –Nazi iktidarıyla birlikte- satın aldığı minik bir pansiyon evine benzeyen bu yerin ismi Haus Wachenfeld idi. Yani Gözlem Evi…
Hakim bir dağın tepesine kurulmuş gösterişsiz bir köy kulübesinden başka bir şey değildi burası. Ancak Hitler iktidar basamaklarını adım adım tırmandıkça çevresindeki dalkavuk sayısında muazzam artış gözleniyordu. Bunlardan biri de Martin Bormann’dı. Hitler’in beyin kadrosunda Goebbels’ten bile tehlikeli bir isimdi Bormann. Çünkü sinsiydi ve sonradan dâhil olduğu bu has dairede ancak entrikalarla Hitler’in gözüne girerse kalabileceğini çok iyi biliyordu.
Bu kulübenin bulunduğu lokasyon çok mühimdi. Zira buraya tam bir ‘oksijen cenneti’ diyordu tıpçılar ve pek çok önemli hasta ‘hava kürü’ için burayı tercih ediyordu. Besteci Brahms, psikanalizci Freud buranın müdavimlerindendi. Buna rağmen kulübenin bulunduğu belde epey sakin bir yerdi.
Bormann Hitler’in 50. yaş günü dolayısıyla (1939) ona bir sürpriz yaptı. Bu küçük kulübeyi dev bir saraya dönüştürdü. Tabii konseptle beraber isim de değişti. Artık buranın ismi Berghof yani Dağ Sarayı idi. Hitler ve arkadaşları ise buraya Külliye demeye karar (yok yok şaka) kendi aralarında buraya Kartal Yuvası diyorlardı! Hitler bile bu kadar büyük değişim beklemiyordu. Nitekim Bormann gözüne girdi ve sonrasında epey bina beraberce tasarladılar.
Hitler’in burayı sıklıkla kullanması, misafirlerini ağırlaması, metresiyle vakit geçirmesi başta Alman havuz medyası olmak üzere ne kadar dalkavuk, yardakçı, yancı, yandaş varsa hepsini buraya çekmeye başladı. Bölgede ev kalmadı, arazilerin tamamı satıldı. Her diktatörün etrafında olduğu gibi Hitler’in çevresinde iç içe geçmiş yüzlerce çember halinde dalkavuk yerini almıştı.
Bakın o mütevazı ev şu hale geldi, kaldı ki kompleksin sadece bir bölümüydü bu.
Eski bina ismiyle beraber konsept değişikliğine de gitmişti.
Nitekim daha restorasyon tamamlanmadan dedikodular ayyuka çıkmıştı.
Yok efendim “Başkan sürekli kendine saray yaptırıyormuş” da…
“Bu kaçıncı saraymış” da…
“Saraylara doyamıyormuş” da, falan filan…
1938 yılında tepesi atan Hitler Homes and Gardens dergisinin yazarlarına şu açıklamayı yaptı “Burası benimdir. Onu kazandığım parayla inşa ettim.”
Buraya harcanan para o kadar muazzam ki, asla net olarak doğru rakamı kimse ifade edememiş. Hitler zaman zaman sanatçıları, sporcuları, devlet adamlarını burada ağırlamış, boş zamanlarında terasta metresiyle kahve yudumlarken dünyayı nasıl cehenneme çevireceğinin planlarını yapıp durmuş.
İşler sarpa sarıp Alman halkı fakirleşmeye başlayınca yöneticilerin hayatını yeni yeni fark etmişler.
Bunlardan biri de Nazi üst kadrosunun lüks içinde yaşaması. Buna Hitler de dahil…
İşte tam bu noktada Hitler bu sefer en klişe savunma pozisyonuna geçmiş:
“Burası şahsımın değil, Alman halkınındır!”
Enteresandır buranın sahibi halk, Rus bombardımanından sonra kendi elleriyle bu sarayı yerle bir etmiştir.
Benim değil, halkın!..
Tarihte ne kadar diktatör ve yolsuzluk yapan şahıs varsa hemen hepsi kullanmıştır bu savunma cümlelerini.
Şurada ise mevzu bahis sarayın karşılaştırmalı görselleri var. Merak eden inceleyebilir.
Hemen yakın tarihten bir başka örneğe bakalım:
2015 yılında açılan yolsuzluk dosyasının dönemin başsavcısının görevden alınarak kapatılması sonrasında Malezya’da 60 yıllık iktidarı devrilen Milli Cephe (Barisan Nasional) ve lideri, aynı zamanda eski Başbakan Necip Razak ile ilgili başlatılan yolsuzluk soruşturmalarını hatırlayacaksınız.
Sağlam çarpmıştı Razak (Farklı bir isim çağrıştırıyor bu isim ama kim? Hatırlayamadım şu an.) Ve yolsuzluk komisyonuna ifade vermek için çıktığında aynen şunları söylemişti: “Şahsi hesabımdaki 681 milyon dolar, bir Suudi prensi tarafından bana yapılmış bir hibedir…”
Konutundan çıkan 284 el çantası, nakit para dolu 72 bavul, sayısı bilinmeyen mücevherat kutuları içinse, “Şahsımın değil, milletimindir” demişti.
Şimdi size bir “Benim değil, halkın” diyerek “Götürü” usulü çalışan devlet başkanlarından bir kokteyl sunayım.
Resimdeki bu nur yüzlü devlet yöneticisinin adı; Ali Bongo Ondimba. (şiir gibi isim değil mi?) Toplam serveti 1 milyar doların üstünde olan ve kısa zaman önce Paris’te 138 milyon dolara ev alan Ondimba’nın, Gabon’un toplam Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın yüzde 25’ini cebine attığı iddia ediliyor. Ona sorarsanız Paris’teki evi de halkı yurt dışına çıktığında rahat etsin otellerde helak olmasınlar diye satın almıştır!
Bu güzeller güzeli devlet şeysinin ismi ise Teodoro Obiang Nguema Mbasogo… Bu da “Junior” Mbasago…
Güzel uçaklara, lüks hayata, saatlere, takım elbiselere, afili ayakkabılara bayılır kendisi. “Kendisi herhangi bir insanı sadece dileyerek öldürebilir, kendisinden hesap sorulamaz ve bu yüzden cehenneme gitmez.” diyen bir babanın oğlu için oldukça mütevazı bir yaşam aslında. 500.000 nüfuslu küçük bir diktatörlük olan Ekvator Gine’sini 1979 yılından beri kesintisiz yönetiyor. 1 milyar dolardan fazla serveti var.
Bizimkisinin kankası: Ömer El Beşir… 9 milyar dolarlık bir servete sahip olduğu ifade ediliyor. Kendisinin bir özelliği ise dünyada en yüksek maaş alan devlet başkanı olması. Yıllık maaşı 46 milyon dolar civarında ve Obama’dan 12 kat daha fazla. Sudan’da işsizlik oranı yüzde 20 ve kişi başına düşen gelir 2500 dolar. Hesap verirlilik, şeffaflık, kuvvetler ayrılığı, özgür basın gibi bir sıkıntısı yok Beşir ve Sudan’ın…
Nazar değmesin! Dini bütün bir Müslüman ya da her neyse ondan biri işte Suharto. Kişisel serveti 35 milyar dolar… Dünya bu yüzden Endonezya’yı hep kıskanır, çatlarlar.
Listeyi uzatmak mümkün. Kaddafi’den Mübarek’e, Abdullah Saleh’ten Abidin Bin Ali’ye onlarcasını eklemek mümkün. Bunların çoğu Müslüman ülke ne yazık ki ve halkı ne kadar fakir ise yöneticileri dünya zenginler listesinde üst basamaklarda.
Hepsinin kullandığı jargon ve savunma mekanizması aynı.
Ben gidersem ülke batar!
Bana yapılan saldırı milletime yapılmıştır!
Bizi kıskanan dış güçlerin oyunları..
Şahsımın değil, milletimin…
Recep Erdoğan’ın son oyuncağı Boeing 747-8 uçağıyla ilgili yazıda da belirttiğim gibi: Aynı güzergâhın yolcularıyız bu ülkelerle. Çünkü liderimiz benzer. Halkların benzeşmesi tabii.
Bu uçak hadisesinin ortaya çıkmasından sonra Erdoğan tıpkı Bakan çağlayan gibi sonradan bir şeyler uydurma derdine düştü. Şöyle demiş uçaktaki yandaş medya kapıkullarına:
“Katar bu uçağı satıyordu, hatta rakam bildiğim kadarıyla 500 civarındaydı. O esnada biz de ilgilendik. Katar Emiri, bundan haberdar olunca uçağı Türkiye’ye hibe etti; ‘Ben Türkiye’den para almam; bunu Türkiye’ye hediye ediyorum, hibe ediyorum’ dedi. O uçak benim şahsımın değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nindir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne verilecek böyle bir uçak, CHP’yi niye rahatsız ediyor?”
Sonrasında da “Mahkeme mahkeme süründüreceğim” diyerek tehdit etmekten geri durmuyor Erdoğan.
Bu arada aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun, sözünü haklı çıkaran bir de gelişme yaşandı. Havuzun en silik yazar modellerinden olan Emin Pazarcı şöyle bir ayrıntı paylaştı:
Yalakalık yapayım derken bir apron dolusu inciri berbat etmiş Pazarcı.
Katar Emiri uçağın yanında bonus olarak da 80tane Arap Atı vermiş.
Erdoğan’a değil tabi TC Devleti’ne.
Biliyorsunuz son dönemlerde bu at açığı herkesi kara kara düşündürüyordu. “Ne olacak bu beygirsizlik?” diye yana yakıla çare arıyorduk.
Sağ olsun Katar Şeyhi atları verdi de ülke çok ciddi bir badireyi daha atlatmış oldu.
Elbette Reis sayesinde…