Avrupa’da neyin hayaleti dolaşıyor?

‘Piketty’nin askerleriyiz!’

YORUM | YAVUZ ALTUN

Fransa’daki “sarı yelekliler” hareketinin Avrupa’da birkaç ülkeye daha sıçraması, sorunların sadece Fransızlara özgü olmadığını gösteriyor.

Peki, nedir bu sorunlar?

Fransız iktisat tarihçisi Thomas Piketty’ye göre, Fransa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra tedavüle sokulan vergi sistemi, gelir dağılımının eşitlikçi bir şekilde yürütülmesini sağlıyordu. Ancak 1990’lardan itibaren, küreselleşmeyle birlikte gelir adaletsizliği de arttı.

Hatta Piketty’nin bir hayli ses getiren kitabı, 21. Yüzyılda Kapital (2014), dünyanın gündemine yeniden bu gelir eşitsizliği meselesini sokmayı başarmıştı. (Bu arada Piketty dâhil 50’ye yakın ekonomist ve politikacı zenginlere daha fazla vergi getirmeyi hedefleyen bir ekonomi programı önerdiler.)

Ama ondan da önce, 2011’de, ABD’deki meşhur finans bölgesi Wall Street’in yakınındaki Zuccotti Park’ta toplanan Occupy Wall Street hareketi, “Yüzde 1” kavramını günlük hayatın bir parçası hâline getirmişti. Her ne kadar “siyaseten” etkisiz gibi görülse de (tıpkı bizdeki Gezi ayaklanması gibi) dile getirilenler gerçekti ve kafayı kuma sokmakla kaybolmayacaklardı.

Oxfam’ın Haziran’da yayınladığı bir rapor ise, dünya üzerindeki 42 kişinin servetinin, 3.7 milyar insanın toplam servetine eşdeğer olduğunu ortaya koydu. 2017’deki hesaplamalara göre küresel servetin yüzde 82’si, yüzde 1’lik bir dilimde toplanmış durumda. Yani yıllar geçtikçe durum düzelmiyor.

Bütün bunlara 2008’deki global ekonomik krizde su yüzüne çıkan bir gerçek de eklendi: Devletler, halktan topladıkları vergilerle öncelikle bankaları ve finans kurumlarını kurtarmak zorunda kaldı. Onların oynadığı finansal oyunların faturası, doğrudan halka mal edildi.

Avrupa özelinde ise durum biraz daha farklı. Küresel rekabet hız kazanırken, hem sosyal devlet uygulamaları hem de Avrupa Birliği’nin getirdiği regülasyonlar, Avrupalı işadamlarını git gide daha fazla rahatsız etmekte.

Birçok Avrupa devleti, onları memnun edebilmek için bir takım değişikliklere gitmeyi tercih etti. Fransa’nın Macron’dan önceki devlet başkanı François Hollande, Sosyalist Parti’dendi ve ilk yıllarında zenginlerin vergilerini arttırma yoluna giderek, geniş halk kesimlerinde bir miktar memnuniyet kazanmıştı. Fakat görev süresinin sonlarında popülaritesinin Fransa tarihinin “en kötü” devlet başkanlarından Nicolas Sarkozy’den bile geriye düşmesinin sebebi, ülkedeki “iş güvenliği” yasalarıyla oynamak istemesiydi. Bugün Macron’un popülaritesi de bir hayli düşük.

Çin’in agresif şekilde dünya piyasalarına saldırması, hem ABD’de hem de Avrupa’da iş dünyasının haklı haksız taleplerde bulunmasına yol açtı. Maliyetleri düşürmek, daha rekabetçi olabilmek ve verimliliği arttırmak (işçileri daha fazla çalıştırmak aslında) için Avrupa’nın “sosyalist” damarının çatlaması gerekliydi.

Bütün bu küresel rekabet meselesi, İngiltere’nin AB’den ayrılmasını ve ABD’de Donald Trump’ın seçilmesini etkiledi desek abartmış olmayız.

Her ne kadar mesele “sessiz yığınların” ses çıkarması gibi lanse edilse de, aslında Batı’da “patronların” rahatsızlığı daha ön planda.

Patronlar devletleri bir takım düzenlemelere zorladıkça, huzursuzluk tabanda kuvvet kazanmaya başladı. Evet, mesela Trump şimdi Amerikan şirketlerini ABD’de üretim yapmaya çağırıyor ve böylece Amerikalılara iş vaadini gerçekleştireceğini umuyor fakat şirketlerin yeniden ülkelerine dönmesi için verilen teşvikler, yine Amerikan halkının cebinden çıkıyor.

Buradaki açmaz, daha da öfkelenen kitleleri ve onların öfkesi üzerinden siyaset yapmayı sürdüren popülistleri netice veriyor.

Meselenin bir diğer yönü göçmenler. Ekonomik problemler arttıkça, “dışarıdan gelen” ve pastadaki payın küçülmesine sebep olduğu düşünülen göçmenler, hedef hâline geliyor.

Macron da “sarı yeleklilere” hitap ettiği konuşmasında, göçmen meselesini daha ciddi ele alacaklarını söylemek durumunda kaldı. Ekonomisi bir hayli güçlü Almanya’nın da bu konudaki hâli ortada. Avrupa’nın üçüncü büyük ekonomisi İtalya, neredeyse tamamen göçmen karşıtı çizgiye kaydı.

Belçika’da sağ parti N-VA, açık açık “Ya bir göç ülkesi olacağız, ya da sosyal devlet ikisi birden olmamız imkânsız,” demeye başladı.

Politikacıların yoksulluğun faturasını zenginlere değil de, diğer yoksullara (göçmenlere) kesmesi, klasik pişkinlik. Ancak kitleler buna inanmaya hazır olunca, kaçınılmaz olarak bir şeyler yapmak zorunda hissediliyor.

Bu yönüyle Fransa’daki “sarı yelekliler” hareketi (ki Avrupa’da sarı yelek bir hayli yaygın bir esvap olduğundan, yaygınlaşması da kolay bir hareketti) hem sağdan hem de soldan katılımcı çekmeyi başardı. Macron’un uygulamaya koymak istediği “patronlardan yana” uygulamalara karşı zaten Hollande’ın son döneminden bu yana sokakta olan sol-sosyalist hareketler ayaklandı. Buna, göçmen karşıtı alt-orta sınıf eklemlendi.

Emmanuel Macron da geri adım atmak zorunda kaldı ve iki şey vaat etti: Maaşlara zam, göçmenler konusunda daha fazla ihtimam.

Bunlar çözüm olur mu?

Önümüzdeki Cumartesi “sarı yelekliler” yine sokakta olacaklarını duyurdular ama zaten sayıları azalma trendine girdi. Bazıları bunu gösterilerin Christmas’a denk gelmesine bağladı. Tatil zamanı yani. Ama göstericilerin nereye kadar gidebilecekleri de zaten tartışma konusuydu.

Bu arada Belçika’da koalisyon hükümeti, Birleşmiş Milletler’in aracılığında göçmenlerin yararına olacak bir paktı imzalama konusunda ayrı düştükleri için dağıldı. Flaman milliyetçisi N-VA (ki göç bakanlığını elinde tutuyordu) çekilme kararı aldı.

Amerika, uzun yıllar toplumsal eşitsizliği “Amerikan rüyası” pazarlama tekniği ile satmayı başardı. Barack Obama’nın sosyal devlet adımı Obamacare, ciddi bir muhalefetle karşılaştı. ABD’de iktidardan talep “daha fazla iş” oluyor genelde.

Avrupa’da ise sosyal devlet, toplumsal eşitliğin belkemiği olarak görülüyor ve buradan taviz verilmek istenmiyor. Popülist partiler, göçmenleri bahane edip sosyal devlet uygulamalarını ufak ufak geriye döndürürken, küresel rekabette geriye düşmek istemeyen liberal partiler de aslında bir bakıma sosyal devletin kapsamını daraltmak peşinde.

Avrupa’da sol partilerin (tepki oylarının adresi olan Yeşil Parti’leri saymazsak) bu yaşanan dönüşümlere hitap edemeyişinin temelinde de biraz bu yatıyor.

“Sarı yelekliler” nereye kadar gider bilinmez. Fakat asıl merak edilen şu: Avrupa ülkeleri, hem sosyal eşitliğe dayanan toplumsal yapısını korumayı, hem göçmen meselesinden doğan gerginliği doğru yere kanalize edebilmeyi, hem de patronların küresel rekabet konusundaki taleplerini karşılamayı aynı anda başaran bir politika üretebilecek mi?

Bu soru, önümüzdeki on yılın sorusudur muhtemelen. Cevabını umarım zor yollarla öğrenmeyiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin