Aslı Erdoğan: “Türkiye’de demokrasinin d’si yok; AKP’nin kazanmaması mümkün değil”

Özgür Gündem gazetesine yönelik açılan dava kapsamında “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla cezaevinde yatan sonra tutuksuz yargılanma için serbest bırakılan yazar Aslı Erdoğan, 2017 yılından bu yana zorunlu olarak Almanya’da yaşıyor. “Taş Bina ve Diğerleri” adlı kitabının Alman okuyucularla buluşması kapsamında Bonn’da bir etkinliğe katılan Erdoğan Türkiye’deki gelişmeleri değerlendirdi.

Erdoğan, YSK’nın İstanbul kararıyla demokrasinin en basit ögesi olan seçimin de bittiğini belirtti. Erdoğan, 23 Haziran’dan demokratik bir sonuç beklemediğini kaydederek, “Türkiye’de demokrasinin d’si yok” dedi.

‘Gece polis beklemeden uyuyabilmek bile bir nimet’

Türkiye’de yaşananların çok kötü olduğunu söyleyen Erdoğan, Almanya’da kaldığı yerde biraz zorlandığını söyleyerek, “Ama İstanbul’da yaşıyor olsaydım da sürekli polis korkusu, şu korku bu korku, baskı olacaktı, onun da üstümden kalkmış olması büyük bir hafifleme. Buranın da kıymetini biraz bileyim diyorum kendime. Gece polis beklemeden uyuyabilmek bile bir nimet.”

İşte Yazar Aslı Erdoğan DW Türkçe ile yaptığı röportaj;

DW Türkçe: Aslı Hanım, herkesin dilinde aynı konu var, biz de onunla başlayalım… YSK 36 gün sonra İstanbul seçimlerini iptal etti. Kararı duyunca, ne düşündünüz?

Aslı Erdoğan: Aslında bekliyordum. Çok açıktı böyle bir şey olacağı ancak çoğumuz inanmak istemedik. Bir oyundur gidiyor. Bir tek bu değil, birkaç seçimde ciddi şaibeler vardı. Ve biz nedense bu şaibeleri görmezden geliyoruz. Bir yanıyla da bu maskenin tümüyle düşmesi iyi oldu. Türkiye’de aslında demokrasinin en basit ögesi seçim bile kalmadı. Bunu da hep birlikte kabul edelim. Türkiye’de demokrasinin d’si yok.

YSK kararı muhalefetin seçmenlerinde önce bir yılgınlık yaratsa da, ciddi bir çoğunluk İmamoğlu’nun kararın ardından yaptığı konuşmayla daha da motive olmuş durumda. Bazı seçmenler ise sandıktan umudu kesti ve organize bir boykota gitme taraftarı. Siz ne düşünüyorsunuz?

Çok riskli bir karar. 2016-2017’de, tam baskıların dorukta olduğu dönemde ben de böyle şeyler düşünüyordum. Yani Meclis’in boykot edilmesi gerekiyor artık diye düşünüyordum. Boykot çok anlamlı bir çıkış ama karşı taraf o kadar ilkesizse bütün alanı da onlara bırakma, her şeyi kaybetme riski var. Ne diyeceğimi bilmiyorum, siyasetten o kadar anlamam. Ne yapmak gerekiyor bu durumda, çok zor bir karar.

YSK kararını Türkiye’de demokrasinin nihai sonu olarak yorumlayanlar var. Siz de bir süre önce “belki de artık faşizm kelimesini kullanmanın zamanı gelmiştir” diye konuşmuştunuz. Şu anki koşullarda 23 Haziran’da demokratik bir sonuç alınabileceğini düşünüyor musun?

Bu kadar beklemeden sonra bir şeyleri halledecekler. Hayır, yok. AKP’nin kazanmaması mümkün değil. Bunu seçmen tercihi olarak demiyorum, bu kez işi sağlam tutacaklar diye düşünüyorum. Ama benim dediğime biraz daha gelindi herhalde. En çok karşı çıkanlar bile bunu görüyor. Bundan sonra artık tamam, faşizm sözcüğünü az çok tırnak içinde kullandım. Çünkü bu hakikaten siyasi literatürde çok tartışılan bir şey. Nazizm, faşizm, Francoizm, Stalinizm, ben en geniş anlamıyla kullandım. Bu konuda akademik bir makale yazamam. Ama tek bir insanın isteğiyle birileri ağırlaştırılmış müebbet alıyorsa artık bu otoriter mi, totaliter mi, artık bunların çok önemi yok. Bu faşizmdir. Ve Türkiye’de bu durum böyle. Bir kişi size kızıyor ve ağırlaştırılmış müebbet alıyorsunuz. Yani bu şaka falan değil. Bunun yanında diğer kıstasların, akademik tartışmaların ne önemi var ki?

“Özgür de değilim, içeride de”

Bir panel için Bonn’dasınız. Henüz 2,5 yıl önce, benzeri panellerde cezaevinden mektubunuz okunurdu, şimdi burada okurlarınızla buluşuyorsunuz. Bu geçiş size ne hissettiriyor?

Duygusal bir geçiş, tam bitmemiş bir geçiş. Bir yanıyla ruhum hâlâ cezaevinde. İnsan öyle kapıyı çekip çıkamıyor ne cezaevinden ne de kendi ülkesinden. Cezaevlerinde açlık grevi başladı, benim koğuş arkadaşlarımdan biri ölüm orucuna girdi. Çok ağır bir his. Özgür de değilim, içeride de değilim. Buna minnet duymam lazım ama insan duyamıyor.

Peki, geçirdiğiniz kötü tecrübeler sizi edebi olarak besledi mi, yoksa frenliyor mu?

Benim edebiyatım daha çok travma üzerine bir edebiyat. Cezaevi ve sürgün ağır bir travma. Bundan iyi bir edebiyat çıkmasını umuyorum diyebilirim. Ama edebiyat çok iyi garantisi olmayan bir dal. İnsan bir daha hayatı boyunca tek bir anlamlı cümle kurup kuramayacağını hiçbir zaman bilemiyor. Sıfırdan başlıyor her yeni cümleye. Hakikaten bu kez ağır bir lokma sindirmem gereken. Başarabilecek miyim bilmiyorum. Ama bir yanıyla da hem kendime hem koğuş arkadaşlarıma hem de Türkiye’dekilere sanki böyle de bir borcum var gibi hissediyorum. Bu yazılmalı. Sadece bunun için bile sağ kalınmalı.

“İnsan içindeki vatanla hesaplaşmak zorunda kalıyor”

Sürgünde olmak insanı, ülkesinden küstürüyor mu, yoksa daha mı çok bağlıyor?

Bence ikisi de yan yana. Andan ana değişiyor. Bende dış cephede bir kırgınlık ama daha derinlere daldıkça daha bir bağlılık var. Sanırım insan kendi içinde kendi ülkesini bulmak zorunda kalıyor sürgündeyken. Bu da çok derin ve kopmaz bir bağ. İnsan savrulmamak için bunu yaratmak zorunda. Ama zor ve insanı büyüten bir süreç. Önce tabii ki tepkiliyiz. Her sürgün tepkidir. Hem kendi ülkesine hem de geldiği ülkeye. Ama bir noktada insan vatan nedir, benim içimdeki vatan nedir, bunlarla daha bir ciddi hesaplaşmak zorunda kalıyor.

En çok neyi özlediniz Türkiye’deki hayatınızdan?

Annemi saymazsak tabii… Ölü kedimi özlüyorum. Cezaevinde de onu çok özlemiştim, rüyalarıma hep o giriyor. Denizi özlüyorum. Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Denizsiz yaşayamıyor gibiyim. Güneşi de özlüyorum. Çok şey var özlediğim. Çay, boğaz, klasik şeyler… Bütün klişelerle İstanbul’u özlüyorum. Martılı videolar gönderiyorlar, gözlerim doluyor.

“Gece polis beklemeden uyuyabilmek bile nimet”

Kendinizi yalnız hissediyor musunuz?

Frankfurt’ta epeyce yalnızım. Belki sorun Frankfurt’ta yaşıyor oluşum. Belki Berlin ya da Köln’de olsaydı, benim için çok daha kolay olurdu. Ama İstanbul’da yaşıyor olsaydım da sürekli polis korkusu, şu korku bu korku, baskı olacaktı, onun da üstümden kalkmış olması büyük bir hafifleme. Buranın da kıymetini biraz bileyim diyorum kendime. Gece polis beklemeden uyuyabilmek bile bir nimet.

Farklı ülkelerde destek görüyorsunuz, sizinle dayanışma için etkinlikler düzenleniyor. Türkiye’de cezaevlerinde çok sayıda gazeteci ve yazar bulunuyor. Avrupa Birliği ve Avrupa ülkelerinden bu konuda eleştirel açıklamalar yapılıyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Benim durumumda uluslararası dayanışma çok etkili oldu. Belki biz ilk olduğumuz için belki de o sıralar Türkiye’den dışa yansıyan fotoğraflar dehşet vericiydi. Kulağı kesilmiş insanlar, işkenceden geçirilmiş subaylar… Dünya şoka girdi. Fakat bir ölçüde sanırım kanıksandı. Bu da doğal. O kadar çok insan tutuklandı ki artık bıktılar diyebilirim. Yani daha tepkili olabilirlerdi. Bir yanım bunu istiyor. Bir yanım daha rasyonel düşünüyor. İnsanların işi gücü hayatı var, tek dertlerinin Türkiye olmasını beklemek haksızlık. Ama Sayın Merkel Erdoğan’ı ağırladığında şaşırdım. Bu bir ölçüde de çelişkili tutumlar. Avrupa sanki bir yanıyla da hem eleştiriyor hem de “ne yaparsan yap, sen bize mültecileri yollama gibi” bir tutum var. Avrupa da bir bütün değil tabii ki. Ve sanırım Alman kamuoyu Alman siyasilerine göre Türkiye’ye daha tepkili.

“Nasıl dayanmışız, kafayı kırmamışız diyorum”

Bir takım sorunlar, bire bir içinde yaşayınca farklı, onlara dışarıdan bakınca farklı değerlendirilebiliyor. Farklı değerlere sahip bir ülkeden Türkiye’deki gelişmelere baktığınızda, bakış açınız değişti mi?

Dışarıdan bakabilecek kadar deneyimli miyim bilmiyorum. Ben hâlâ çok Türkiyeliyim. Fakat bahsettiğim kanıksama durumu aslında Türkiye’de daha yoğun. O kadar çok şeyi kanıksadık ki aslında dudağımızı uçuklatması gereken şeylere ‘oh, iyi kurtardık’ gibi bakmayı öğrendik. 2, 3 yıl ceza artık Türkiye’de bir hiç. İnsanlar 15 yılla başlıyor, 30 yıllar, müebbetler. Dışarıdan bakınca nasıl dayanmışız bunlara, nasıl kafayı kırmamışız diyorum. Türkiye’de pek çok durum pek barbarca, çok vahşice. Ciddi bir vicdan yokluğu söz konusu.

“Nasıl ki burnunu kesip atamıyorsun, ülkeni de atamıyorsun”

Son röportajlarınızdan birinde “Gelecek 10 yıl Türkiye’ye dönmem mümkün görünmüyor” dediniz. Aynı şeyi sormak istiyorum. Türkiye’ye dönmek istiyor musunuz?

Elbette istiyorum. Buraya geldiğimde ben üç gün sonra döneceğim diyordum. Şimdi bakıyorum işler son bir buçuk yıldır hiç düzelmedi hatta daha kötüye gitti. Türkiye’ye dönmek demek cezaevine yeniden girme riskini göze almak demek. Ne gereği var? Bir yanım da belki beraat edersin diyor. Hâlâ bunu safça umuyorum. Ama sizinle konuşmamdan bile dava açabilirler hakkımda. Şu konuşmaya on yıl verebilirler. Ama insan nasıl kendi burnunu kesip atamıyorsa, ülkesini de kesip atamıyor. Ama birkaç yıl için iyimser değilim. Olumlu gelişmeler olmayacak. Çok büyük facialar da beklemiyorum ama giderek sertleşen, kimsenin soluk alamayacağı bir rejim olacakmış gibi geliyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin